"Benimle aynı düşüncede olmayan insan düşman değildir ; Sadece benimle aynı düşüncede olmayan başka bir insandır." (Alıntı)

KARMA (Karışık Olanlar) Son Eklediklerim...

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Önder Sav : Dinleme İddiası, CHP'nin 'Sav'ı Çökünce...

CHP Genel Sekreteri Önder Sav aşağıdaki Video da görebileceğiniz gibi büyük bir gaf yaparak, Müslümanlığın Peygamberine ve en önemli ibadetlerinden Hac farzına yönelik söyledikleri tartışılırken ve özür dilemesi beklenirken birden dinleniyoruz diye bir konuyu gündeme getirdiler ve Doğan yayın grubunun da desteğini alarak birkaç gündür müthiş bir yaygara kopardılar. Buradaki habere göre konunun odağındaki Vakit gazetesinden dün yapılan açıklamada görülüyor ki Önder Sav telefonunu açık unutmuş ve Vakit gazetesindekilerde etik olmayan bir şekilde dinlemişler... Kısaca iktidar tarafından dinleniyoruz iddiası böylece boşa çıkmış oluyor. (Allah 'tan İktidar yanlısı, Dinci, Gülen cemaati yayınları gibi söylemlerle küçümsedikleri yayın grubları varda bazı gerçekleri öğrenebiliyoruz. Yoksa sadece Doğan yayın grubunun olduğunu bir düşünsenize...)




Bu dinleme konusu ortaya çıkınca hep AKP, CHP 'yi niye dinlesin diye düşündüm. Dinleyecekleri ne olabilir ki... CHP gibi olunca, yada davranınca daha çok mu oy alacaklar. Ya da CHP 'nin ekonomiyle, işsizlikle ile ilgili daha iyi bir programları varda onu mu dinleyecekler de böylece oylarını artıracaklar... CHP 'nin bunlarla ilgili söylemlerini pek bilmiyoruz da... Varsa yoksa Laiklik, Rejim tehlikede v.s. gibi söylemleri var. Bunları dinlemeye gerek yok ki... Zaten yıllardır bunu her yerde hep söylüyorlar...

Zaten dinlenen konuşmanın içeriğine baktığınız zaman Bir partinin tepe yöneticisi ile bir ilin Valisi nasıl oylarımızı atırırız diye konuşuyor. Çok ilginç değilmi halka gitmek yok, halka sen ne istiyorsun demek yok ama atanmış bir yönetici ile nasıl oylarımızı artırırız diye konuşmak var. Bence Vali iline gitsin tek parti döneminde olduğu gibi " CHP 'li olunacak Ol " desin ve bitsin.


Birkaç gündür fırtınalar koparan Doğan yayın grubu Dün Vakit tarafından Türk Telekomun bu belgesi ibraz edilince yani Mızrak çuvala sığmayınca bugün günah çıkarırcasına başlıklar atmışlar.

Hürriyet :
Ortam değil, Gaflet çıktı...

Vatan :
CHP yi zora düşüren belge... 44 dakika canlı yayın...

Milliyet ise hala biraz tereddütlü :
Telefonun açık kaldığı iddiası güçleniyor... Önder Sav 'ı Vakit dinlemiş...


Gibi başlıklar atan Doğan yayın grubu gazetelerindeki ve yazarlarındaki dönüşümü görmek için önceki günlerdeki yazılarınıda okumanızı tavsiye ederim.

Öte yandan Sabah Gazetesinde Ergun Babahan Telefonun ucunda bu kez Sav çıktı başlıklı yazısında, "Yani, Önder Sav telefonunu kapatmadan eski valiyle sohbet etmiş ve muhabir de bu konuşmayı teybe kaydetmiş. Bu kaydı yayınlamanın hukukiliği ayrı bir konu elbette.Ancak böylesi basit bir hatayı "CHP Genel Merkezi özel aletlerle dinleniyor" diye sunmanın bir sorumluluğu ve bedeli olmalıdır.Zaten gergin bir ortamda bulunan ülkeyi "Ana muhalefet partisini özel bir birim dinliyor" diye yanlış yönlendirmek ciddi bir davranış değildir açıkçası.Burada bir kısım medyanın tutumu da sorgulanmaya muhtaçtır.Savunmaya hiç söz hakkı vermeden önyargıyla hareket edip erken hüküm verenler de mahcup duruma düşmüştür." diyor ekliyor,
"
CHP yönetiminin yaş ortalaması itibariyle teknolojiyle pek ilgisi olmayan yöneticilerine cep telefonu kullanma kursu açması bir başka önlem olabilir. Partiyi gençleştirmek bir opsiyon olarak görülmediğine göre cep telefonunu toptan yasaklamak da bir yoldur CHP yönetimi için. "


Yine Sabah Gazetesinde Engin Ardıç "Sen Kimsinki seni dinlesinler" yazısında

"
Acaba bir "Turkish Watergate" yaratmayı denesek?
Fakat burası Amerika değildir. Orada Bob Woodward ve Carl Bernstein gibi gazeteciler var ama bizde de alt tarafı Mustafa Necati...
En iyisi, Ergenekon'un da yardımıyla, "umum dinleme faaliyetine" kara çalacak bir skandal patlatmak, ki, şaibe doğsun; "haybeden" dinlemeleri ortaya döküp "asıl" dinlemeyi gözden düşürelim: Bunlar ciddi olmayan işlerle uğraşıyorlar, otu botu dinliyorlar, demek ki Ergenekon diye bir örgüt de yok, bunların uydurması!
Fakat yutmayan yutmayacak olduğuna göre, halkın daha büyük çoğunluğunu tedirgin etmek şart.
O zaman yazalım bakalım:
"Gelinen noktada telefonunun ya da odasının dinlenmediğini düşünen Türk vatandaşı galiba kalmamış gibidir." (Galibayı unutmayalım ki gerektiği zaman kıvırabilelim.)
"Herkes tedirginlik içindedir." (Değildir ama edelim.)
"Pek çok vatandaş, telefonda konuşurken kayıtta olduğu korkusuyla iki kez düşünüyor." (Düşünmüyor ama düşünsün hergele!) "

diyor ve,
" Bu "ısmarlama Watergate" de birini yakacak ama bu ille AKP olmayabilir ha!.." diyerek bitiriyor.


İnşaallah onun yaşlarında bizde onun kadar sağlıklı oluruz ama yinede 65 yaşını geçenlerden istenen Sağlık Raporunun bir an önce Önder Sav 'a da uygulanması lazım gibi geliyor bana...

Ve İnternette dolaşan geyiklerden seçmeler :
  • "İtinayla Cep telefonu nasıl kullanılır dersi verilir. Para falan istemez, yeter ki ülkemi rahat bırakın. Telefonunu yönetemeyen ülkeyi nasıl yönetsin."
  • "Bundan sonra seçimlerde milletvekili seçilme şartları arasına telefon kullanmayı bilme şartı eklensin. "
  • "Daha telefonunu idare edemiyor, ülkemi nasıl idare edecek. Çok güldüm."
  • "Sırada acaba gündemi degistirecek ne kaldı? CHP en iyisi en iyi olduğunu yapsın. İlk elden Anayasa Mahkemesi'ne. Neye dava açacaklarını artık kendileri uydurur."

28 Mayıs 2008 Çarşamba

ALINTI : Yalnız ve güzel ülkeye adanmıştır... (Hasan Pulur)

YOOO, bu kadarını beklemiyorduk... ‘’Bu kadarını’’ değil, hiç beklemiyorduk. Cannes Film Festivali’nde ‘’Üç maymun’’ filmiyle ‘’En İyi Yönetmen’’ seçilen Nuri Bilge Ceylan, bizi bu kadar şaşırtmamalıydı.

Hem Fransa’nın göbeğinde ödül kazanacaksın, sonra ‘’Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ diyeceksin...
Hayır Nuri Bilge Ceylan, bizi bu yaşta hıçkırarak ağlatmaya hakkın yok!
* * *
OYSA bizi ne güzel alıştırmışlardı...
Haçlılara yaranmak için, her ödül alan, neler söylemezdi ki! Nerede, Türklerin bir milyon Ermeniyi kestiği, 30 bin Kürdü katlettiği, nerede?
Nerede, Fransa gibi bir yerde ‘’Ermeni soykırımı’’ yapan ecdadı lanetlemek nerede?..
Ya 6/7 Eylül zulmü nerede?
Varlık vergisi faciası nerede?
Nerede, yeni yeni tezgâhlanan ‘’Pontus soykırımı’’ nerede?..
* * *
OLMADI, Nuri Bilge Ceylan olmadı...
‘’Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ ne demek?
Hele ‘’yalnız ve güzel ülkem’’ demenize ne kadar hasret olduğumuzu biliyor muydunuz?
Diyeceksiniz, bilmeden söyler miydim?
Ona ne şüphe!
O kadar tarifsiz duygular içindeyiz ki!
* * *
EVET, bu ülke ‘’Ödülümü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ diyen Nuri Bilge Ceylan’la gurur duyuyor.
Bu boş bir gurur değil, dopdolu bir gururdur.
Ödül kadar önemli olan ‘’Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ sözüdür.
* * *
BU sözü kimse unutmamalıdır, herkes bir yere yazmalıdır...
Tabii, Türkler soykırım yaptı, bir milyon Ermeniyi kesti, 30 bin Kürdü katletti, diyenlerin, bu sözden etkilenmeleri söz konusu değildir.
Onların, ‘’Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır’’ sözünden etkilenip duygulanamayacakları gibi...


ALINTI : Murat Birsel 'den İlginç bir yazı....

CIA: İslam'ın fikir gücüne karşı koyabilecek bir başka güç yok!



Bilgisayar ekranında izliyorum, ince uzun orta yaşı geride bırakmış bir adam anlatıyor...

Teröre karşı verdiğimiz, kökten dinci mücahitlerle savaştan bahsederken, 'asimetrik bir savaş' diyoruz. Gerçekten asimetrik; onlarda fikir var bizde silah. Biz fikirlere kurşun sıkıyoruz. Gel gör ki fikir dediğin şeye kurşun işlemiyor. Ve böylesi asimetrik bir savaşta bizde mühimmat yok. Bir fikri ancak daha iyi bir fikirle yenebilirsiniz ve fikre karşı kurşun sıkmak da iyi bir fikir değil!

Bu temayı işleyen konuşmayı yapan adamın adı: Eric Haseltine.

Eric Haseltine, Amerikan istihbarat şebekesinin (CIA, NSA, DIA, NGA... liste uzun) eski Teknoloji Daire Başkanı (2001-2007 arası ABD istihbaratının çeşitli birimlerinde görev aldı).

Arzu edenler bu yazıya konu olan konuşmaya internetten hemen erişebilir; i-tunes ücretsiz podcastları arasında yer alan New Yorker serisinde 'Creative Intelligence' başlığı altında bulabilirsiniz. 'New Yorker Haseltine' diye ararsanız geliyor zaten...

Dr. Haseltine dobra konuşuyor, hiçbir şey söylemeden 'Yaratıcı Zeka' başlığı altında her şeyi anlatmayı beceriyor; özetle:

1. Soğuk savaş dönemi bir filler savaşıydı. Atom bombalarına sahip iki dev fil, ABD ve Sovyetler, kapıştı; ABD yendi.

2. Yendik ve böyle yendiğimiz için aynı şekilde devam ettik; fil daha iyi duysun diye kulakları büyüttük, daha iyi koku alsın diye hortumu uzattık, dişleri sivrileştirdik ve bu uğurda milyarlarca dolar harcadık.

3. Ama bu sefer düşman fil değil, ısırıp virüs bulaştıran bir sivrisinek olarak karşımıza çıktı. Fil ne yapacağını şaşırdı, başka bir fil ile nasıl başa çıkacağımızı çok iyi biliyorduk ama sivrisineklere karşı nasıl mücadele edeceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yoktu!

4. Amerikan istihbaratında en büyük mücadelem 'fil'i sivrisinekleri öldürebilecek 'eşekarıları'na dönüştürmek oldu. (Eşekarısı sivrisinek öldürür mü bilmem ama teşbihte hata olmaz öldürdüğünü varsayalım diyor, ayrıca sunumda fil ve arı resimleri sürekli görüntüde!)

5. Bunu bir yere kadar gayet iyi başardık ama sivrisinekler fikir ortamından beslenerek ürüyor ve gelip ısırıyor, ne kadar arı yaparsak yapalım bataklığı kurutmak için işe fikir düzeyinde yaklaşmamız gerek. Çünkü fikir karşısında kurşun etkisiz kalıyor. Ve onlar savaşın düşünce boyutunda bizden fersah fersah güçlüler...

6. Tezleri şöyle: İslam Hristiyanlık'tan daha üstün, bunu bilen Batı, Müslüman dünyayı yok etmeye çalışıyor. Haçlı seferlerinden bu yana hedefleri bu! Haçlı saldırıları devam ediyor, eskiden İngiltere'de olan liderlik şu anda Amerika Birleşik Devletleri'nde. Bu güçlü teze karşı, sizin elinizde sadece 'demokrasi' ve 'özgürlük' kavramları var. Adamların ülkesine girince, sorgu skandalları ortaya çıktıkça bunlar da pek işe yarıyor denilemez.

7. El Kaide özellikle gençler üzerinde çok etkili, İslam'ın güzelliği ve gücüyle gençleri fethediyor, sonra da istediğini yaptırıyor. İslam düşüncesi karşısında durabilecek hiçbir güç yok, muhteşem felsefi bir boyut içeriyor. Tek bir çıkar yol var, İslam'ın teröre alet edilmesinin İslam'da yeri olmadığını Müslüman gençlere gösterebilmek.

8. Bu amaçla esirler arasındaki bazı hocalara esir muamelesi yapılmadı ve ilahi bilimler uzmanlarıyla beraber Kuran üzerine çalışmalar düzenlendi. Bu 'tefsir' çalışmalarından sonra biz bu hocaları serbest bıraktık ve onlar Müslüman gençleri üzerinde ilahi mesajın nasıl algılanması hususunda vicdani düzeyde yapılan yaklaşımlarda fevkalade önemli farklılıklar yarattılar.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

İşin aslı şu: İmam da öğretmen de yenildi... (Alıntı)

"İMAM " der ki: Ben sana bir öğreti sunuyorum... Köktenci ve pazarlığa kapalı bir öğreti bu...

Sulandırmak falan yok...

Bu öğretiye göre yaşayacaksın...

Ahlaklı olacaksın mesela...

Kanaatkar olacaksın...

Faize zinhar bulaşmayacaksın...

Köşe dönmek için çırpınmayacaksın...

Komşun açken tok yatmayacaksın...

Parayı bulduğun an villa inşaatına girişmeyeceksin...

Lüks ve debdebe peşinde koşmayacaksın...

İşçini ezmeyeceksin...

Borsada oynamayacaksın...

Dünyevi iktidarını perçinlemek için alavere çevirmeyeceksin...

Heva ve heveslerine teslim olmayacaksın...

Bencillik yapmayacaksın...

Sadece kendi çocuklarının geleceğini düşünmeyeceksin...

* * *

"Öğretmen" der ki:

Ben sana yeni bir sistem getiriyorum...

Köktenci ve pazarlığa kapalı bir sistem bu...

Modern olacaksın...

Laik olacaksın...

Cumhuriyet’e sahip çıkacaksın...

Pozitivizme inanacaksın...

Aydınlanmacı olacaksın...

Padişahın kulu değil, cumhuriyetin yurttaşı olacaksın...

Cumhuriyet’in getirdiği yeni düzene ödünsüz inanacaksın...

Türkiye Cumhuriyeti’nin şeyhler, müritler ülkesi olmasına izin vermeyeceksin...

Aklını kiraya vermeyeceksin...

Geriye değil ileriye bakacaksın...

Eskiye dönme arzusunda olmayacaksın...

Yeniye açık olacaksın...

Çağdaş olacaksın...

Cumhuriyet değerlerini sulandırmaya kalkmayacaksın...

* * *

"Öğretmen imama yenilmiştir" şeklinde bir saptamada bulunan...

Ünlü sosyal bilimcimiz Şerif Mardin Hoca fena halde yanılmaktadır...

İşin aslı şudur:

"Öğretmen" de kesin olarak mağlup olmuştur, "imam" da...

"Öğretmen"in söyledikleri de sulandırılmıştır, "imam"ın söyledikleri de...

Bu halk, ne tam olarak "öğretmen"e kulak vermiştir, ne de tam olarak "imam"a...

Biraz "öğretmen"den, biraz "imam"dan alıp...

İşine gelen bir sentez yapmıştır...

Hepsi budur...

Bu kadardır...

* * *

AKP’nin galibiyeti, "imam"ın galibiyeti anlamına gelmez...

Çünkü...

AKP, "imam"ı kendine uydurmuştur...

"İmam" ne söylerse söylesin...

Ne kadar ahlak vaaz ederse etsin...

Ne kadar ahlakçı söylemlerde bulunursa bulunsun...

AKP bildiğini okumaktadır...

AKP’nin okuduğu şudur:

"İmam"ın fazla ahlakçı kaçan taraflarını es geç / Kişisel yaşamını en üst noktada müreffeh kıl / Gerisine boş ver...

AKP işte bununla meşguldür...

Öyle olmasa...

"Kanaatkarlık" gibi muazzam bir vurguya karşın...

Borsada oynamalar, villa inşaatları, dünyevi hırslar, ihale ifsatları falan nasıl açıklanacak ki?

Faizin haramlığının unutulması, sistemin yeni zenginleri olma çabası, hayatı müreffeh kılmak için her yolun mubah sayılması...

Nasıl bir izah yapılacak bunlara?

* * *

Diyeceksiniz ki:

Madem öyle...

O zaman "türban" konusunda gösterilen bunca direncin anlamı ne? Neden şaraba el sürmekten imtina ediyorlar? Neden hayatlarında hep bir din vurgusu var?

Cevap veriyorum:

Sanılanın aksine insanların fikirlerinden vazgeçmeleri, görüntülerinden vazgeçmelerinden daha zordur...

Çünkü...

Biri acayip soyutken, diğeri çok somuttur...



Somut olanın değiştirilmemesi, değiştirilememesi bundandır...

Ayrıca...

Görüntüye sahip çıkarak, "imam"la arayı tam manasıyla açmak istemiyorlar...

"İmam"la aradaki bağı görüntüyle olsun korumak istiyorlar...

İşin mahiyeti açısından ise "imam"dan çok uzak düşmüş durumdalar...

Ama gelin görün ki...

Ne Şerif Hoca farkındadır bunun, ne "öğretmen", ne de "imam"...


(Buradan Alıntıdır.)

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Bir ülke nasıl yönetilir... Batı Medenidir ya !!! Buna ilginç bir örnek... (Alıntı)

BURNU UZUN OLANLAR ...

Ruanda, küçük bir Afrika ülkesidir. Uganda, Tanzanya ve Burundi ile sınır komşusudur.

Nüfusu: 9,907,509

Okur-yazar oranı: % 70,4

Din: Halkın % 82,5’u Hıristiyan, % 5’i Müslüman.

Resmi diller: Kinyaruandaca, Fransızca ve İngilizce.

Doğal kaynaklar: Altın, kalay cevheri, tungsten cevheri, metan gazı.

Kişi başına yıllık gelir: 1000 dolar.

Halkın % 60’ı yoksulluk sınırı altında.

Ruanda, 1860 yılında Almanya’nın sömürgesi oldu.

Almanlar Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca, Ruanda 1916 yılında Belçika’nın boyunduruğu altına girdi.

Belçikalı egemenler, Ruanda’yı kolayca yönetebilmek için, sömürgecilerin o çok iyi bilinen ‘Böl ve Yönet’ yöntemini hemen uygulamak istediler. Ama önce, Ruandalıları bölüp parçalıyacak bir gerekçe bulmalıydılar.

Belçikalı egemenler Ruandalıları dini inançlarına göre bölemiyorlardı, çünkü halkın büyük çoğunluğu Hıristiyan misyonerlerin onlarca yıl süren yoğun çabaları sonucu Hıristiyan olmuştu. Öyleyse, dini inanca dayalı bir ayrımcılık söz konusu olamazdı. Ruandalıları etnik kökene göre ayrıştırmak da olanaksız görülüyordu. Gerçi Ruandalıların bir kısmı çiftçilik bir kısmı da hayvancılık yapıyordu ama, bu farklılık derin bir ayrımcılık yaratmaya elverişli değildi.

Belçikalı egemenler en sonunda Ruandalıları bölecek şeytanca bir formül buldular.

Ruandalıları ‘burnu uzun olanlar’ ve ‘burnu kısa ve basık olanlar’ diye ikiye ayırdılar.

Bu anlattığım, şaka değil! Belki kara mizah olarak görülebilir, ama hiç şaka değil!

Belçikalı sömürgeciler, burnu uzun olanlara ‘Tutsi’, burnu kısa ve basık olanlara ‘Hutu’ dediler. Elbette sadece böyle demekle kalmadılar. Tutsilerin, soylu, kültürlü ve daha akıllı olduğunu duyurup, kendilerine hizmet edecek yöneticileri Tutsilerden seçtiler.

Aslında, burnu uzun Tutsiler azınlıktaydı. Ruandalıların çoğunluğu kısa ve basık burunlu Hutulardı. Peki, Belçikalı sömürgeciler, kendilerinin yaratıp ortaya çıkardığı ayrımcılıkta neden çoğunluktaki Hutuları değil de azınlıkta olan Tutsileri kendilerine yakın kişiler olarak seçmişlerdi?

Sömürgeciler, ‘Böl ve Yönet’ yöntemini uygularken hep şu ilkeye bağlı davranırlar. Bölünme sonucu ortaya çıkan sınıflardan azınlık olanını kendilerine uşak olarak seçerler. Azınlıkta olan uşaklar aracılığıyla çoğunluk üzerinde baskı kurup denetimi sağlarlar. Azınlıkta olanlar, konumları nedeniyle, çoğunlukla baş edemeyeceklerini bildiklerinden sürekli olarak efendilerine bağlı kalırlar.

Belçikalı sömürgecilerin yarattığı yapay bölünmenin hiçbir bilimsel yanı bulunmamaktaydı. Tutsilerle Hutular arasında kan, soy ve kültür farkı yoktu. Tutsilerle Hutuların genetikleri de aynıydı. Yani, etnik kökene dayalı bir ayrımın aslı astarı yoktu!

Belçikalı sömürgeciler, Tutsi seçkinlerini kullanarak halktan vergi toplamayı ve Belçika’nın politikalarını dayatmayı başardılar. Yerel yönetimlere Tutsileri getirerek egemenliklerini pekiştirdiler.

Ancak 1950’lerde ortaya çıkan ve 1960’larda süren Afrika Milliyetçiliği rüzgarı Orta Afrika’da esmeye başlamıştı. Afrikalılar, sömürgecilere karşı başkaldırıyordu. Eylemin öncüleri, Birleşik Afrika ve tüm Afrikalılara eşitlik istiyordu.

İşte bu rüzgardan cesaretlenen Ruanda’nın Hutuları, Tutsilere başkaldırdılar. Kasım 1959’da Tutsilerle Hutular arasında silahlı çatışma çıktı. Binlerce Tutsi öldürüldü, binlercesi de komşu Uganda’ya kaçtı. Belçikalı sömürgecilerin başlattığı ayrımcılık sonucu Ruanda’da bir iç savaş çıkmıştı.

1 Temmuz 1962’de Ruanda, bağımsızlığına kavuştu. Ancak Belçikalı sömürgecilerin neden olduğu iç savaş durmadı. Hutularla Tutsiler arasındaki katliamlar aralıklarla sürdü.

Ruanda’da iç savaş 1994 yılında soykırım boyutlarına ulaştı. Çoğunluğu Tutsi olan 800 bin Ruandalı öldürüldü.

Şimdi gelelim ülkemize.

Uzun bir süredir Türkiye’yi ve Türk halkını bölüp parçalamak isteyen ABD ve AB Sömürgecileri de ‘Böl ve Yönet’ yöntemini uygulamaya koydular.

Türk-Kürt ayrımı yaratıp bir iç savaşın çıkmasını beklediler, olmadı. Gerçi besleyip ortalığa saldıkları PKK teröristleri on binlerce insanımızın canına kıydı, ama asıl hedefe varamadılar.

Bu kez sömürgeciler, Alevi-Sünni kutuplaşmasını denediler, o da tutmadı. Gerçi Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas’ta canavarca katliamlar gerçekleştirdiler, ama yine istedikleri olmamıştı.

Son olarak sömürgeciler, türban yanlıları-türban karşıtları ayrımcılığını ortaya sürüp körüklediler. Bu kez ABD-AB sömürgecileri, iktidarı da yanlarına çekip TBMM’de de çoğunluğu ele geçirdiklerinden, bu son oyunlarında sanki hedeflerine varmaya, bir iç savaş çıkaramaya yaklaşmış gibi görünmektedirler.

Peki, Türk milleti, ABD-AB sömürgecilerinin bu son oyununu da boşa çıkarırsa ne olacak?

Nasıl Belçikalı sömürgeciler Ruandalıları bölmek için halkın burun farkını öne çıkardılarsa, herhalde ABD-AB sömürgecileri de Türk halkının başka bir organını dillerine dolayıp ayrımcılık yaratmaya çalışacaklardır!

Sömürgecilerde oyun çoktur, bitmez!

Tek yol, Türk milletinin siviliyle, askeriyle hep birlikte, ‘Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye’ diyerek ayaklanmasıdır!

Yılmaz Dikbaş

10 Şubat 2008, Antalya

dikbas@kalinka.com.tr

www.kalinka.com.tr


Konu ile ilgili Diğer Bağlantılar:

Fotograflar : Vikipedi

Vikipedi 'de : Ruanda Soykırımı

Ekşi Sözlükte : Ruanda


ALINTI : Yargıtay 'ın bidirisinin Can Alıcı Noktası ne ? (Gülay Göktürk-Bugün)

Bildirinin can alıcı noktası ne?

"Hükümeti tehdit etme hakkını nereden alıyorlar" diye soran Gülay Göktürk, Yargıtay Bildirisi'nin hangi paragrafına katıldığını yazıyor... İşte Göktürk'e göre bildirinin en "can alıcı" noktası...


Bildirinin can alıcı noktası ne?

Güdümlülük...

Yargıtay Bildirisi haber bültenlerinde boy gösterdiği andan itibaren, tepkiler de yağmaya başladı. Hukukçular söylenebilecek her şeyi söylediler. Bu bildiriyle hem kuvvetler ayrılığı ilkesi ihlal edilerek yasamaya müdahale ediliyor; hem şu anda Anayasa Mahkemesi'nde sürmekte olan Ak Parti kapatma davasına baskı yapılmaya çalışılıyor; hem de halkı ve Meclis'i aşağılama suçu (TCY 301) işleniyor.

Peki bu suçların karşılığı ne? Bizler yazdığımız her yazının satır satır hesabını verirken, Yargıtay üyeleri canları istediği zaman kalemi kağıdı ellerinde alıp Meclis'e hakaret etme; hükümeti tehdit etme hakkını nereden alıyor? Hukuk devletlerinde yüksek mahkemelerin halka posta atmasının önüne geçecek bir çare yok mu?

Bu suçların karşılığı sadece bir kınama bildirisi mi olacak? Diyeceksiniz ki, şimdiye kadar hangi gayrı meşru müdahale ceza gördü ki bu görsün... Evet ama her ay başı demokratik rejim aleyhine bildiri yayınlayanların cür'eti de buradan geliyor zaten...

İşin hukuki boyutunu - tam bir karamsarlıkla- bir yana bırakıp bildiride savunulan görüşlere gelecek olursak... Bildirinin ağırlıklı mesajı, "ısrarlı ve sistemli bir biçimde yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının zedelendiği ve iktidar yanlısı güdümlü bir yargı oluşturulmakta olduğu" iddiası olarak görülüyor. Yargı iktidarın güdümüne sokulmamalıymış. Tamam, sokulmasın; ama önce şu anda güdümünde olduğu odakların güdümünden çıkmasına ne dersiniz?

Hadi Yassıada'da, 12 Mart mahkemelerinde, 12 Eylül davalarında, DGM'lerde yargının kimlerin güdümünde olduğunu hatırlatmayalım, o günler çok geride kaldı deyip geçelim. Peki şu son on yılın "tarafsızlık" örneklerini nereye koyacağız? Yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına o kadar önem veriyorsanız, 28 Şubat'ta Genelkurmay'ın brifinglerini nasıl içinize sindirdiniz? Yüksek yargı mensuplarının Meclis'e karşı yapılmış gayrı meşru bir müdahalenin faillerinin karşısında ceketlerini ilikleyip saf tutmaları ve darbecilerden "brief" almaları hangi bağımsızlık anlayışında yazıyordu?

Neden biriniz çıkıp da "Bir ülkenin halkının bir kısmını "iç düşman" diye niteleyerek hedef almak bölücülük suçudur, halkın bir kesimini kin ve nefrete sürüklemektir, kışkırtıcılıktır " demediniz? Şemdinli'de aklınız neredeydi? Şemdinli Dosyası mahkeme tarafından kabul edildiği halde, hiç yetkisi olmayan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu soruşturma açtırdığında neden hiç aklınıza gelmedi yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı?

Tek suçu işini yapmak yani iddianame yazmak olan bir meslektaşınızın ömür boyu meslekten men edilmesi gibi eşi görülmemiş bir hukuk skandalı yaşanırken neden gıkınız çıkmadı? Genelkurmay'ın 27 Nisan Bildirisi'nin ardından Deniz Baykal'dan gelen apaçık yönlendirme girişimini, "Eğer Anayasa Mahkemesi 367'ye gerek yok kararını verirse, ülke çatışmaya sürüklenir, daha kötü bir döneme girilebilir." sözlerini kınamak neden hiç gündeminize gelmedi?

Yargıtay Bildirisi'nin katıldığım tek noktası son paragrafı... Aynen onların ifadesini tekrarlayarak söyleyecek olursak; gerçekten de "asla unutulmamalıdır ki; insanlık tarihi, böylesi güdümlü bir yargı ile varlığını sürdürebilen, bireyini güvenli ve mutlu edebilen ve uygarlık yarışında başarılı olabilen hiçbir millet ve devlete tanıklık etmemiştir. Yüce Türk Ulusu ise bağımsızlığı ve etkinliği eksiksiz bir yargı erkine her zaman layık olmuştur" Öyleyse şu andaki en acil sorunumuz, yargımızı bu güdümlü durumdan kurtaracak reformları bir an önce yapmaktır.

Gülay Göktürk/Bugün 23.05.2008

22 Mayıs 2008 Perşembe

ALINTI : Gazze Kimin Çığlığı...

Gazze Kimin Çığlığı
Ali Haydar Haksal / MilliGazete 26.01.2008



Bir soru: Zamanın Marksistleri bugün niçin Filistin dramını sahiplenmiyorlar veya o insanların haklarını savunmuyorlar? Marksizm de bir Batı üründür, aynı ruhtan beslenir de ondan.

İnsanlığın gözü önünde işlenen vahşete duyarsızlığın vardığı boyutları görmezlikten gelerek sessiz durmak Büyük Mehmed Âkif’le özdeşleşen [I. Mecliste yanında oturan Hasan Basri Çantay’a, sağ elini yumruk yapıp sol elinin içine birkaç kez vurarak söylediği] “Şeyatinül ahres” [dilsiz şeytan] olma özelliği asıl bugün için geçerli.

Seküler, ılımlı, laik, vurdumduymaz, bana neci, abedeci, Abe’ci, goygoycu Müslümanlar için Gazze’deki çığlığın ne anlamı var veya olabilir? İnsanlığın gözlerini yumduğu, kulaklarını tıkadığı, dilini bağladığı bir süreç. Bütün sorun Siyonist Yahudilerin, ona bağımlı medyanın ve egemen güçlerin birbiriyle olan bağı, ilişkisi. Sanki Yahudiler dünya imparatoru.

Siyonist Yahudi Türkiye’yi kendi ipine bağlamış oynatıyor. İkide bir de Türkiye’ye dönüp: “Biz sizinle aynı konumdayız, terörden çok çekiyoruz. Birlikte hareket etmeliyiz” diyor.

Şunu göz ardı edemeyiz. Türkiye’deki terör olayları bugünün sorunu değil. Bu, İttihat ve Terakki’nin egemenliğinden beri vardır. İslâm milletini birbirine düşüren masonik, kavmiyetçiliğin milletimizin başına açtığı belaları yaşıyoruz. Bir kavim paradoksu olan Yahudiler sadece kendilerini değil insanlığı da bu belânın için çekmişler bunda da başarılı olmuşlardır. Arap, Arnavut, Türk ve nice kavmiyetçilikler gibi Kürt kavmiyetçiliği belâsı İslâm milletinin huzurunu kaçırmış.

Günümüzdeki Kürt kavmiyetçiliğinin dolayısıyla PKK ya da PJAK’ın arkasında aynı ruh bulunmakta. Daha düne kadar bu örgütleri destekleyen, lojistik destek veren ırkçı emperyalizm şimdi rolleri değiştirmişe benziyor. Kaldı ki Güneydoğu’da yaşananlar kardeşlerin birbirine düşürülmesi olayıdır. Çizgiyi aşmış Zerdüştlüğe, Hıristiyanlığa ve hatta Museviliğe meyletmiş Kürt kavmiyetçileri İslâm’dan uzaklaşarak giderek yalnızlaştırılmışlardır. Egemen güçler [sürekli vurguluyoruz] tetikçileri bir yere kadar kullanıyorlar. Bugün Kürt kavmiyetçilerinin başına gelen de budur. Saddam kimin kuklası idiyse Mahmut Abbas da onun kuklasıdır. Yeri ve zamanı gelince bunları birer birer devre dışı bırakıyor, bunların yerine yenilerini getiriyor.

Bugün, Filistin’de el-Fetih’e destek veren ırkçı emperyalizm kardeşleri birbirine kırdırırken bir yandan da dünyanın gözü önünde büyük bir soykırım yapıyor. Kardeşlerin birbirine düşmesiyle, Yahudilerin Ortadoğu’ya yerleşip terör oluşturması farklı şeylerdir. Bir kere millet olarak Yahudiler tarih boyunca fitne ve fesadın kaynağıdırlar, yeryüzüne tutunamamışlardır. Oysa Kürt halkı da, Filistinliler de hakiki mümin ve Müslüman insanlardırlar. Bunları birbirinden ayırmak gerekiyor.

Filistin’de, Gazze’de yaşanan insanlık dramı Yahudi milletinin veya İsrail’de erki elinde bulunduran Siyonizm’in hakiki yüzünü gösteriyor. İnsanlığın ölümünün bir göstergesi.

Bush’un Ortadoğu ziyareti sonrasında ortaya çıkan bu durumu önceden sezmiş ve yazmıştık.

Masum çocukların, kadınların ve yaşlıların birer terörist olarak görülmesi ancak Siyonist Yahudi yani Irkçı Emperyalizm felsefesine uyar. Bir şehrin bütün insanlarının ablukaya alınarak soykırım uygulanması da bu düşüncenin bir ürünüdür.

Ne yazık ki batı ruhu ve düşüncesini özümsemiş olanlar, ancak onların pencerelerinden bakarlar. Seküler Müslümanlar ise dünya saltanatının peşindedirler.

İslâm’a savaş açmak Türkiye’nin geleceğini daha da karartır. Gazze’yi veya Filistinlileri sahiplenmemek Türkiye’nin de geleceğini karartır. Bu insanlık dramında bir kardeşlik hukuku vardır. Bir insan olma sorumluluğu vardır. Bu sorun sadece Türkiye’deki İslâmi duyarlığı olan kesimi ilgilendirmiyor. Zaten Türkiye’nin en önemli açmazlarından biri insanını dinden uzaklaştırma, sekülerleştirme, laikleştirme çabasıdır. Bugün başında bir PKK olayı varsa bu düşüncenin bir sonucudur. Ortadoğu’yu saran bu fitne ancak İslâm bilinci ve kardeşliğiyle aşılabilir.

Bir soru: Zamanın Marksistleri bugün niçin Filistin dramını sahiplenmiyorlar veya o insanların haklarını savunmuyorlar? Marksizm de bir Batı üründür, aynı ruhtan beslenir de ondan.

(Buradan alıntıdır)

13 Mayıs 2008 Salı

Basın Tarihine Tesbit : KanalTürk Satıldı... (www.bizkaclirayiz.com.tr)

13 Mayıs 2008 Salı

Tuncay Özkan herkesi ters köşeye yatırdı. Ulusalcı kanalın satışı sonrası yaşanan şaşkınlık gazete manşetlerine yansıdı.

Tuncay Özkan, Kanaltürk'ü, Bugün Gazetesi'nin sahibi Koza İpek Holding'e sattı. İşte bu satış herkes için sürpriz oldu. AK Parti'ye yakınlığıyla bilinen gruba yapılan satış hükümet karşıtlarını şoke etti.

Haber gazetelerin 1. sayfalardan duyruldu. Tuncay Özkan'a duyulan sitem ve tepki başlıklara yansıdı. En manidar başlık Radikal'e aitt. Gazete manşet başlığında Özkan'ın internet ortamında başlattığı "bizkaçkişiyiz" hareketine gönderme yaptı.

Radikal: www.bizkaclirayiz.com.tr

Hürriyet: 'En ulusalcı' televizyon kanalını bugün aldı

Zaman: Kanaltürk'ü Akın İpek Satın aldı

Vatan: Özkan Kanaltürk'ü Akın İpek'e sattı

Akşam: Ulusalcı kale düştü

Yeni Şafak: Kanaltürk'ü Koza'ya sattı

Milliyet: Kanaltürk, AKP'ye yakın gruba satıldı

Cumhuriyet: Kanaltürk satıldı

Vakit: Tuncay kanalını sattı

Star: Kanaltürk artık kozanın

Tercüman: Fethullah'a vurdu Fethullahçı grubun eline geçti

Türkiye: Kanaltürk'ü Akın İpek satın aldı

(Alıntıdır)

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Türk Basınının Yayınları üzerine bir tesbit... (Alıntı)

Geçen hafta "Açık söylüyorum: Bugün Türkiye'de yazılan haber ve yorumlar, insan haklarının garanti altına alındığı bir ülkenin diline tercüme edilsin; bizdeki gazetelerin çoğu bir hafta yayın ya-pa-maz! Ayrımcılık ve nefret suçundan ceza alırlar."

Affınıza sığınarak ve büyük bir üzüntü duyduğumu itiraf ederek iddiamı tekrarlıyorum: İnsan haklarının tam uygulandığı özgür bir ülkede Türk medyası bir hafta dayanamaz. Hodri meydan! Şu an neşredilen gazetelerimizi bire bir tercüme edelim ve yabancı bir ülkede bir hafta boyunca yayınlayalım. Tek bir harfine bile dokunmadan neşredilecek gazetelerden kaç tanesi ayakta kalabiliyorsa; işte onlar gerçekten gazetecilik yapıyor demektir.

Batı'da en ağır cezalar ayrımcılık (discrimination) ve nefret suçu (hate crime) üzerine veriliyor. Bu nedenle hiç kimse bir insanı ya da bir kitleyi dilinden, renginden, dininden, cinsiyetinden, hayat tercihinden dolayı aşağılayamıyor. Genelleme yaparak ve küçük düşürerek insanların üzerine giden medya modeli; demokrasinin uygulanmadığı, diktatörlüğün hükümferma olduğu yerlerde ancak dayatılabiliyor.

İnsan haklarının garanti altına alındığı bir ülkede iş başvurusu sırasında doldurulan belgede şirketler fotoğraf bile isteyemiyor. "N'apacaksın resmimi?" ya da "Sen benim meslekî birikim ve kariyerime bakmak zorundasın" dediğiniz an karşınızdakinin dizlerinin bağı çözülüyor. Bir insana dinini, mezhebini, etnik köklerini, cinsel tercihlerini vs. sormak bile çok ağır bir ceza davasının açılmasına sebep olabiliyor.

Bizim "ülkemizin kendine özgü uygulamaları" içinde en çok hırpalanan insan haklarıdır. Ve maalesef ayrımcılığın en hoyrat uygulamaları medya tarafından yapılmaktadır. Bu iddiayı abartılı bulanlar için küçük bir sürprizim var: Bahsi geçen yazıma itirazlar gelince her sıkıştığımda Hızır gibi yetişen asistanım Serkan'dan bu konuyu taramasını rica ettim. Bazı kritik kelimeler belirledik. Bu kelimelerin insanları incitmesi, yaralaması, damgalaması üzerinde durduk. Laik-antilaik tartışması yoğun bir şekilde gündemde tutulduğu için insanları tasnif eden; hatta karalayan ve yaftalayan şu altı kelimeyi seçtik: "Gerici, yobaz, sıkmabaş, kara çarşaflı, tarikatçı, softa." Sonra da "marjinal" sayılmayan dört gazetede (Hürriyet, Milliyet, Akşam, Vatan) çok hızlı bir metin taraması yaptık. Tabii ki akademik bir çalışma değil bu yapılan. Sadece bir fikir edinmek, manzara-yı umumiyi uzaktan da olsa görmek istedik. Elbette daha geniş kapsamlı, daha bilimsel araştırma yapmak mümkün; ancak buradaki asıl amaç kesin sonuçlara ulaşmaktan çok genel durumu üç aşağı-beş yukarı görebilmek.

Sonuç ortada! Türkiye'de belli bir saygınlık kazanmış gazetelerimizde sene başından beri 114 yazı ya da haberde 245 kez yukarıda sıraladığım kelimeler kullanılmış. Teknik anlamda kullanılmasını kastetmiyorum; incitici bir çerçevede kullanılanları kaydederek manzarayı dikkatlerinize arz ediyorum. Üstelik bu minik ve amatör çalışmanın içinde dergiler, televizyonlar, internet siteleri vs. bulunmuyor. Onları da dahil etseniz nezaketsizliğin nasıl başlı başına bir üslup haline geldiğini görecek ve üzüleceksiniz. Ülkemiz adına üzüleceksiniz, medyamız adına üzüleceksiniz. İnsanlar dönüp sorsalar: "Ne hakkınız var bizi bu kadar horlamaya"; verilecek cevap yok. Çünkü yazılıp çizilenler, konuşulup tüketilenler, insan haklarını açık ihlaldir.

Köşe yazarıyım; hakaret ederim!

Daha acı gerçeği buraya kaydetmek zorundayım: İnsanları aşağılayan ifadelerin büyük bir çoğunluğu haberlerde geçmiyor; köşe yazılarında kullanılıyor. Bunun anlamı açık: Ayrımcılık ve nefret suçunu gazetecilik mesleğine yeni başlayan ya da bu meslekte belli bir mesafe alıp yoluna devam eden kuşaklar değil; meslekte rütbe kazanmış, yaşını başını almış, tecrübesini kamuoyuyla paylaşma mevkiine gelmiş insanlar yapıyor. İnsanoğlu yaşlandıkça olgunlaşmak zorunda değil mi? Tecrübe kazanan insanların daha nazik, daha kibar, daha kuşatıcı, daha kucaklayıcı olması gerekmiyor mu?

Mesleği içeriden bilenlerin bu verilerden çıkaracağı bir başka sonuç daha var. Köşe yazarlığının tadı kaçtı bu ülkede. Bazı insanlar sosyal sorumluluğun getirdiği sağduyuyu bir kenara iterek, internetten kaç tık aldığını hesap etmeye başladı. Yazıda fikir namına, daha doğrusu tefekkür namına tık yok; ancak zehir zemberek lafların oluşturduğu yazının fanatik zümrelerin sanal aleminde bıraktığı tık var. İnternetten çok okunma şehveti, bazı insanların dilini, üslubunu, tarzını bozuyor. Sadece internet değil; "çok sert yazanı daha çok dikkate alıyorlar" gibi tuhaf, acımasız, anlamsız bir yargı oluştu. Belki birileri sert üslupla yazılan köşeleri daha çok okuyor; ancak bu tür yazıların uzun vadede bu ülkeye de, o yazara da, o gazeteye de faydası olmadığı aşikar.

Yine meslek içi insanların daha net görebileceği bir tespit daha yapmak gerekiyor: Gazetedeki ateşten gömleği giyen genel yayın yönetmenleri haberdeki objektifliği koruyabildikleri kadar; yorumdaki hak ihlallerini engelleyemiyor. Bunun tartışılması lazım; ancak yayın yöneticileri "sansürcü" yaftası yemekten korktukları için, köşe yazılarında yer alan hakaretamiz laflara müdahale edemiyor. Oysa dünyanın her yerinde habercilikte belli standartlar olduğu gibi, yorumculukta da belli standartlar vardır ve olmak zorundadır. Gazetede köşe yazan bir insan, kendinde sistemli bir şekilde hakaret etme gücü bulamaz; buluyorsa bu durum genel yayın yönetmenlerinin aczine hamledilir. Biliyorum; bu sözlerimi "Sansür mü istiyorsun?" diye tersyüz etmek isteyenler çıkacaktır. Üstelik bunların bir kısmı kendine gazetecilik jargonu seçerek özgür gazetecilik istiyormuş gibi bir hava da verecektir. Maksadım sansür yapılması değil elbette. Ancak köşe yazarlarının elindeki kalemleri insanların kalplerine saplamasına, kişi, kurum ve kuruluşları pervasızca aşağılamasına, insan onur ve hakkını hiçe saymasına, toplumsal barışı yerle bir etmesine mani olmak gerekmektedir.

Küçük araştırmamızın yazarlara bakan kısmını buraya taşıyabilirim; ancak bunu yapmayı gerekli görmüyorum. Zaten insanları incitmeyi maharet sayanların çoğunu tahmin edebilirsiniz. Maalesef bu ülkede gazetecilik kariyerini, yaptığı hakaretlere borçlu insanlar bulunmaktadır. Bu böyle devam edemez. Bu ülkenin insanı "Dünyadaki standart neyse ben de ona talibim" diyor çoktan. Herkes kendini evrensel meslek çerçevesine göre yeniden hesaba çekmeli. Gelecekte gerekli hukukî düzenlemeler yapılmasa bile, hakkını aramasını bilen sivil toplum, ayrımcılığın her türlüsüne vicdanî bir başkaldırı metodu bulacaktır. Vicdanların reddettiğini hiçbir güç kabul ettiremez...

İki örneği iyi düşünmek lazım

Bugünkü popüler yayıncılık mantığıyla Türkiye dışında (Batı'da) gazetelerimizin yayıncılık yapmalarının zor olduğunu iddia ediyorum. Üzülerek söylenen sözler bunlar. Sadece eleştiri olsun diye değil, "kendimizi düzeltelim, çıtayı yükseltelim" niyetiyle ve dostça yapılan tenkitler bunlar.

Örnek olarak Hürriyet'i verebilirim. 60. yılını kutluyor Hürriyet. Tebrik ediyor, başarılar diliyorum. Ancak dostça söylemek zorundayım ki; Hürriyet kitle gazetesi olmaktan hızla uzaklaşıyor, çatışmanın parçası haline geliyor. Kitle gazetesinin asabı bozulmaz, dili, üslubu bozulmaz; soğukkanlı kalmak, marjinal noktalardan uzak durmak zorundadır. Gazetenin bir internet sayfası var; tam bir facia... O yüzden internet sayfasındaki "çarpıtıcı" haberler çoğu kez gazetede yer alamıyor. Her neyse... Kendi bilecekleri bir konu; yalnız yurtdışında yaşadıkları sorun yukarıdaki tezimle bağlantılı. Türkiye için çok önemli bir marka haline gelmiş Hürriyet'e Almanya'da çok ağır eleştiriler yöneltiliyor. Sebebi bizim kamuoyu için sıradan sayılabilir. Bir süre önce Almanya'da çıkan yangınlar hepimizin yüreğini dağladı. Hürriyet'in Avrupa baskılarında kullanılan "Nazi" benzetmesi Almanya'da hâlâ yankılanıyor. Oysa bu tip başlıklar Türkiye'de adiyattan sayılır. Die Zeit gibi, Der Spiegel gibi yayınlar Hürriyet'i isim vererek eleştirdi. Hatta Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang da Hürriyet'in yayınlarını isim vererek tenkit etti. Halbuki Hürriyet'in Almanya'yla arası -bildiğim kadarıyla- iyidir. En azından Bild'le arasındaki iyi ilişkiler herkesin malumu. Yine de Almanya'da bir kızgınlığa neden oldular; hatta şu sıralar Frankfurter Allgemeine Zeitung, oradaki genç bir Hürriyet yazarını ağır bir dille "kopyacılık" yapmakla suçluyor.

Yanlış anlaşılmasın; Hürriyet'in yurtdışında sıkıntı yaşaması hiç kimseyi sevindirmeyeceği gibi beni de sevindirmez. Üstelik yangın meselesinde duygusal yayınlar yapmasını da bu ülkenin bir vatandaşı olarak anlayabiliyorum. Ancak demem o ki "duygusal yayınlar"da bile nefret suçu sayılabilecek üslup kullanmamak gerekir. Buna Türkiye'de kimse bir şey demiyor olabilir; ama dünyada bu kadar hırpalayıcı yayın yapmak mümkün değil. Keşke Türkiye'deki bütün gazeteler bu global gerçeği görse ve dünya standartlarında bir yayıncılık bilinci oluşturabilse.

Benzer hadiseyi Vakit Gazetesi de yaşadı. Almanya'da yayınlara devam edemedi gazete. Çünkü Türkiye'de yazılan yazıların, yapılan yorumların çoğu, Türkiye dışında ağır ceza gerektirebilecek bir suç olarak değerlendiriliyor. Hoşumuza gider ya da gitmez; durum bu. Tabii ki onun da kapatılmasını istemem; ancak manzarayı doğru okumak gerekiyor. Değil Almanya; Avrupa ve Amerika'da yayın yapmak isteyen Türk gazetelerinin büyük bir çoğunluğu bire bir tercüme edildiğinde kapatılmakla, cezayla veya ağır eleştirilerle karşı karşıya gelir... O yüzden Türk medyası evrensel bir dil yakalamak zorundadır...

HEDGE FONLARI : Paranın kan emici sülükleri...

Pirinç ve Petrolde son zamanlarda meydana gelen aşırı fiyat yükselmelerinin sebeblerinden biri doğal diyebileceğimiz etkenlerse, diğer ve en önemli etken paraya para kazandırmak için oyun oynayan garibanın gıdasından bile para kazanmak için her şeyi yapan HedgeFon sülükleridir.


Bu Hedge Fonları nedir diyecek olursanız, bunlar risk almayı göze alan para sahiplerinin adına hareket eden ve dünyada para kazanmayı umdukları her şeyi satın alabilen fonlardır. Yani parası olan kişi yada kurumlar bu fonlara paralarını yatırıyor ve bu fonlarda gözü kararmış bir boğa gibi ne bulurlarsa saldırıyorlar. Son günlerdeki örneklerde görüleceği üzere Pirinç ve Petroldeki aşırı artışlar. 100 'e alıyor 150 'ye satıyorlar. Bu ürünleri kullanan ülkeler ve insanlar batmış, bitmiş, aç kalmış umurlarında bile değil. Yeterki onlar para kazansınlar.

Bir de her zaman söylenen "Elin emeklisi Antalya 'da tatil yapıyor, bizim emeklilerimiz sürünüyor" diye bir söylem vardır. Bu fonlara para yatıran kurumlar arasında her ne kadar açıktan olmasada (Yapıları gereği para yatıranlar bilinmez.) Emeklilik Fonlarıda vardır ve Elin emeklisinin çoğu bu fonları yöneten Emeklilik Kurumlarından da maaş alırlar ve garibanın yiyeceği Pirinçten yada arabamıza alırken zorlandığımız benzinden (Petrolden) kazandığı paralarla Antalya 'da tatil yaparlar. Bu da böyle biline...

Türkiye 'nin Hedge Fonları yok ama buradaki habere göre bu yılın (2008) ikinci yarısından itibaren olacakmış. Aman ne iyi, ne iyi...



Bu konu ile ilgili Zaman Gazetesinde Ufuk Şanlı Paranın Zalim Efendileri adlı dizi yayınlamaya başladı bu diziden dikkatimi çeken başlıklar :


  • Dünya bir süredir hedge fonla oturup hedge fonla kalkıyor. Yatırım enstrümanlarını yüksek kâr elde etmek uğruna altüst etmekten çekinmeyen bu fonlar için 'piyasanın çekirge sürüleri' ya da 'köpekbalıkları' benzetmesi yapılıyor.
  • Başında iyi eğitim almış, kârlılığı artıracak her yolu mubah sayan, alacağı primi yüksek tutmak için agresif hareketler sergileyen yöneticiler yer alıyor.
  • Ham petrolün varil fiyatının 120 dolara fırlamasından altının onsunun 1.000 dolara tırmanmasına kadar uzanan bir dizi olayı tetiklediği ileri sürülen fonların şimdiki hedefi ise gıda ürünleri. 2,1 trilyon dolara hükmeden bu fonlar, pirincin uluslararası piyasalardaki fiyatının 300 dolardan 1.000 dolara çıkmasına sebep oldu. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)'ne göre fonların yaptığı büyük hacimli alımlar yüzünden tahıl, süt ürünleri, et, şeker ve yağ fiyatları bir yılda yüzde 57 arttı.
  • Dünya piyasalarını kasıp kavurdular şimdi de fakirin sofrasına el uzattılar "... Bunlar (hedge fonlar) çekirge sürüleri gibi hareket edip Alman sanayiini, şirketlerini ve istihdamını yiyip bitiriyorlar." Bu sözler Almanya Başbakan Yardımcısı ve Çalışma Bakanı Franz Müntefering'e ait. Alman Borsası'nı yönetirken hedge fonların baskısı yüzünden istifa etmek zorunda kalan Werner Seifer'ın bu konudaki yaklaşımı ise daha sert: "Bu fonlar Alman ekonomisinin kalbine kadar iniyor ve parçalıyorlar."
  • 2,1 trilyon dolara hükmeden bu fonlar o denli güçlü ki, çok değil, bundan birkaç ay öncesine kadar tonu 300 dolar civarında olan pirincin uluslararası piyasalardaki fiyatının 1.000 doları bulmasına sebep olabiliyor.
  • Avrupa Merkez Bankası'nın geçen yıl yayımlanan'Finansal İstikrar Raporu'nda, dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikelerden birisi olarak tanımlandılar. Yine geçen yıl düzenlenen G-7 Zirvesi'nin gündeminde baş sıraya oturmayı başaran 'hedge fonlar', gizemli yapıları ve inanılmaz hareket kabiliyetleriyle artık sadece ekonomi bürokratlarının değil, devlet başkanlarının da korkulu rüyası haline geliyor.
  • Eski Merkez Bankası Başkanı Yaman Törüner, hedge fonların birçok merkez bankası başkanı için artık bir kâbus haline gelmeye başladığını ifade ediyor. "Bu fonların yüksek hareket kabiliyetleri, merkez bankası başkanlarını tedirgin ediyor."
  • Fazla getiri elde etmek için fiyatları suni olarak yükseltiyorlar... Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr Vildan Serin, Rekabetin artmasıyla birlikte fon toplamak giderek zorlaştı ve hedge fonları yöneten büyük oyuncular, yüksek getiri vaadini karşılayabilmek için spekülasyondan manipülasyona kaymaya başladı."

Tamamını buradan okuyabilirsiniz...





Konu ile ilgili diğer bağlantılar...


Ülkelerin kaderi artık Hedge Fonların elinde. (Radikal)


  • Hedge fonların kralı Soros. 1990'lı yılların başında piyasaların en büyük hedge fonu olan Quantum Fund'un kurucusu, patronu olan ve "para sihirbazı" olarak tanınan George Soros, bu tür fonların "piri" olarak görülüyor. Amerikalı yazar Robert Slater "Soros" adlı kitabında George Soros'u "hedge fonun kralı" diye tanımlıyor. Slater, sözkonusu yazısında Soros'un Amerika'da yılda 1 milyar doların üzerinde para kazanan ilk kişi olduğunu belirtiyor. Tabii Soros, 6 Eylül 1992 yılında İngiltere Merkez Bankası'na karşı oynadığı ve bir günde 1 milyar pound kazandığı dönemden sonra "para sihirbazı" nitelemesini hakketti. Tarihe "kara Çarşamba" olarak geçen bu olay sonrasını Slater şöyle tanımlıyor: "Soros 2 milyar dolara yakın bir kazanç yaratmıştı. 1 milyar doları pounttan ve diğer 1 milyar doları İtalyan Lireti, İsveç Markı ve Tokyo hisse senedi piyasasından gelmişti. Böyle bir başarıda Soros hariç çok az insan bir şişe şampanya açmayı reddederdi. Soros ise diğer insanlardan daha iyi ve daha büyük oynadığını söylüyordu."

Hedge Fund/Fon (Ekşi Sözlük)
  • Hedge fundlar buyuk yatirim bankalarinin en buyuk gelir kaynaklarindan birini olusturur. ozellikle abd'de internet firmalarinin halka acilma cilginligi yasanirken, goldman, merrill, morgan vb, kurumlar, hatirli musterileri olan hedge fundlara halka ornegin $10 acilan hisseleri verip acilis gunu $100 gibi fiyatlara satmalarini saglamislardir( ornek: freemarkets(fmkt) ipo'su $16'ken $250 gibi bi fiyatla acilip $400 gibi rakamlara gitmisti). ote yandan bir suru arastirma raporunu ve rating haberlerini bunlara onceden verip, borsada helal :=( kazanc saglamalarinda da vesile olurlar.

9 Mayıs 2008 Cuma

Myanmar (Birmanya) : Bu yüzyılın felaketinden çok acı 2 kare...

Gerçekten de bu yüzyılın en büyük felaketi.Aşağıdaki bağlantıda 22500 ölüden bahsediliyor ama son haberlerde 100.000 ölü rakamlarından bahsediliyor. Büyük felaket, büyük acı.İmkanı olanlarımızın bir şekilde yardım etmesi lazım.
Olmayanlarımız ise Dualarımızla felaketzedelerin yanında olmalıyız.



(Fotograflar Bu Blog 'dan Alınmıştır)


Uydu fotografından fırtına.

(Foto : CnnTürk)



Bağlantılar :
Myanmar'daki kasırgada 22 bin 500 ölü...
(CnnTürk)
Myanmar Hakkında Ayrıntılı bilgi...
(Vikipedia)

6 Mayıs 2008 Salı

ALINTI : AKP demokrat değil anladık, peki siz? (Yıldıray Oğur/Taraf)

AKP demokrat değil anladık, peki siz?

Self-Oryantalizmin her çeşidinden, “doğu, şark zihniyeti” gibi laflardan, “bizden adam olmaz” klişelerinden hiç hoşlanmam. Ama 1 Mayıs meydan savaşını müteakiben kendimi bu “Türklere demokratlığı anlatmak ne kadar zormuş” demekten de alamıyorum.
Önce AKP’li ilan etmelerinden fena halde korktuğum cenaha ifademi vereyim: 1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşananlar hiçbir şekilde kabul edilemezdi. Başbakan’ın “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” sözünden başlayarak izlediği son derece elitist, sağcı, jakoben tavır polis şiddetine cevaz verdi. Yetti mi? Bunun aksini iddia edenlerin “Provokasyon olacaktı”, “Ama sendikaların da bu Taksim fetişizmi” gibi açıklamaları da hakkaniyet duygusunu yitirmemiş kimse tarafından ikna edici bulunamaz.
Ama tüm bu haklı eleştiriler, bir darbenin içinden geçerken kimseye de “AKP’nin demokratlık maskesi düştü, bundan sonra başına ne gelse haktır” deme hakkını da vermez. En azından bu eleştiri AKP’nin maruz kaldığı darbeye karşı çıkma konusundaki kararlılığı azaltan karşı bir siyasi hamleye malzeme yapılamaz.
Yapılırsa işte bu da en hasından ‘kendine demokratlık’ olur ve bu kez sizin demokratlık maskeniz düşer.
AKP’den faşist, muhafazakâr otoriter parti çıkartma azmi, CHP’den de demokrat sol bir parti çıkartma konusundaki sonsuz iştiyak biliniyor.
AKP de bu konudaki doymak bilmez iştaha doğru alevli meyve tabakları gönderip durmakta. CHP ise kapısında “ne olur çağdaş sosyal demokrasi” diye yatıp kalkanları da pek takmadan gittikçe faşizan bir yere doğru kayıyor.
Ama AKP’nin demokratlık maskesini düşürme konusundaki hevesin tersi CHP’nin suratından atıp durduğu demokratlık maskesini yeniden yerine takmak için devrede.
O yüzden esas can alıcı soru, cevabı olmayan, olmadığı için de hiddetlendiren, bütün bu ‘AKP’nin demokratlık maskesini her fırsatta düşürmeye çalışma azminin’ sebebi olan soru şu: Bırakın kimseye demokratlık sözü vermemiş bir kitle partisi olan AKP’nin demokratlığını, peki siz demokrat mısınız.
İşte AKP’nin maskesini düşürüp, demokratları AKP’ye destek veren saflar olarak köşeye sıkıştırma telaşının nedeni kimsenin bu soruya verecek açık ve dürüst bir cevabının olmamasıdır.
1 Mayıs üzerine “AKP’nin demokratlığı buraya kadarmış” diye manşet atan Radikal gazetesi çok iyi biliyor ki, 41 çalışanını sorgusuz sualsiz işten attığı gün, sonrasında Genel Yayın Yönetmeni’nin darbeye hazırlık operasyonları olarak nitelendirdiği Cumhuriyet Mitingleri’ni “Her yer kırmızı beyaz” diye coşkuyla verdiği gün, darbeye meşruiyet zemini sağlamaya çalışanların ılımlı İslam argüman sepetine “Denizli’de Ilımlı İslam” manşetiyle destek attığı gün kendilerinin demokratlık maskesi de yerlerde sürünmüştü.
Üç-beş tane kız öğrencinin başörtüsüyle üniversiteye girebilmesine bile tahammül edemeyip laiklik tehlikede trenine atlayarak ‘üçüncü yollara’ sapan sol demokrat yazar çizerler çok iyi biliyor, AKP gibi kendilerinin de kriz zamanlarında sadece “kendilerine demokratlık”ları nüksetmekte.
Bundan yedi-sekiz ay önce çoğunluğunun emekçi olduğu kitleler kastedilip “Bidon kafalı”, “Göbeğini kaşıyan adam” diye hakaretler edilirken, “halkın oyunu üç beş kilo kömüre, şekere sattığı” söylenip, “çobanlarla profesörlerin eşit oy hakkı olması” üzerine türlü saçma kelam edilirken sesini çıkarmayan o kitlelerin temsilcisi sendikaların, şimdi Başbakan’ın aynı elitist dille “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” sözlerine hiddetlenmeleri de vicdanları pek tatmin etmiyor.
“AKP’nin demokratlık maskesi düştü, hadi bakalım şimdi ne diyeceksiniz, siz saf saf AKP’nin peşine takılanlar”diye demokratları köşeye sıkıştırdığını zannedenlere de denecek ilk söz “Size de Günaydın” olsa gerek.
Kim AKP’nin demokrat bir parti olduğunu söylemişti ki? AKP’nin kendisinin bile böyle bir iddiası yokken hem de. AKP halkın yarısının oyunu almış bir kitle partisi. Milliyetçilerden, dindarlardan, işçilerden, patronlardan, ayaktan, baştan oy almış bir parti. Ve AKP herkese özgürlük, herkese demokrasi, işçilere 1 Mayıs’ta Taksim’i vaad ederek almadı o oyları.
Yani asıl saflık darbecilerin, Ergenekoncular’ın, siyasetten ümidi kesmişlerin kol gezdiği bir siyaset arenasında AKP’ye sadece siyaseti savunmak rolü kaldı diye ondan İngiliz Liberal Partisi olmasını, Alman Hür Demokrat Parti gibi davranmasını beklemekti.
Zorunlu bir demokratlık AKP’ninki. Siz demokrat olamadığınız için AKP demokrat. Cumhuriyet mitinglerinde, 367 skandalında, başörtüsü tartışmalarında siz ‘kendinize demokrat’ olduğunuz için de AKP ‘kendine demokrat’. Ona kızmaya hakkınız yok.
Şaşırmayın da. Siyasetin ilkel darbe, derin devlet cenderesinde olduğu bir ülkede demokrasi de bu kadardır, demokratlık da bu kadar.
Bu ülkede siyaset o kadar temel meseleler üzerinden tartışılıyor ki herkese eşit oy hakkını savunmak, parlamentoya inanmak, darbe olmasın diye bağırmak, Kürtler de vardır demek bile adınızın ‘demokratlar’ arasına yazılması için yeterlidir.
Yani demokratlık çıtamız çok aşağılarda. AKP’nin de demokratlığı da oralarda seyredince ne diye şaşırdınız?
Askerî vesayetin başımızda sallanıp duran demoklesin kılıcına karşı, Ergenekoncular’ın baltalarına karşı bir savunma kalkanı AKP’nin demokratlığı. Kendini güvende ve güçlü hissettiği anda ağırlığı altında ezildiği, vücudunu yorgun bırakan o kalkanı çıkarıyor, hepsi bu. Mesela baş olamayacak ayaklar olarak gördüğü güçsüz işçilere karşı.
Sokaklara düşmüş, kimsenin sahip çıkmadığı, cami önüne bırakılmış demokratlığı AKP kucağında buldu, sahip çıktı, kalacak yer, yemek ve üst baş verdi. Ama onun çocuğu, değil demokratlık, evlatlık bile edinemedi hâlâ. İlişkileri çok eğreti. Bir taraftan sokağa bırakmak vicdanına sığmıyor, ama öteki taraftan da evin diğer çocukları bu yeni yetim çocuktan pek hoşlanmıyorlar, evde hır gür çıkıyor sürekli. Huzursuzluk sürerse de her an bir yetimhanenin önüne bırakabilir.
Yani siz bırakın AKP’nin demokratlığa üvey evlat muamelesi yapmasını, vicdansızlığını. Peki, siz bakabilecek misiniz bu çocuğa, evinizi açıyor musunuz, diğer çocuklarınızdan ayırmayacağınıza söz verebilir misiniz? Onu evlatlık olarak alır mısınız?

Yıldıray Oğur / www.taraf.com.tr

2 Mayıs 2008 Cuma

ALINTI : 1 Mayıs'ların bayram olarak kutlanılma ihtimali neredeyse yok oldu.

"Anlamadığım ben de işçiyim, bunlar mesai saatleri içerisinde nasıl eylem yapıyorlar, acep 1 Mayıs tatil de bizim mi haberimiz yok"

  • 1 Mayıs'ın artık "kaybedilmiş bir bayram" oldu.
  • 1 Mayıs günü zihinlere eli sopalı, cepleri taş dolu küçük grupların bir günlüğüne şehri esir aldığı belalı bir gün olarak kazındı artık.
  • Sendika denen örgütlerin temsil iddiasında oldukları kitleden hem madden hem de manen tamamen kopuk oldukları; onların ne çıkarlarını, ne özlemlerini ne de hayallerini hiçbir şekilde temsil etmedikleri gerçeği...

İnsanda biraz basiret olur; hele ülkeyi yönetme noktasına gelmiş bir partide sorumluluk alanlarda mutlaka olur, olmalıdır...

Günlerdir çağrılar yapılıyor hükümete; gel diretme; bütün tedbirlerini al, Taksim Meydanı'nı işçi bayramına aç; provokasyon yasaklamakla engellenmez, tam tersine bu yasak provokasyonlar için zemin yaratır deniyor. Demokratik devlet, gücünü gösterecekse demokratik bir hakkı engellemek için göstermez; o hakkın kullanımı için güvenlikli ortam yaratarak gösterir, deniyor. Ama ne fayda... Hükümet kös dinliyor... Ve şimdi eminim, ortaya çıkan bilançonun altında nasıl kalkacağım diye kara kara düşünüyor.

İnsanda biraz basiret olur, hele hele koca koca kitle örgütlerinin önderiyim diye ortaya çıkanlarda mutlaka olur, olmalıdır... Yazıya başladığımda önümde duran "son dakika" haberinde DİSK'in Taksim'e yürümekten vazgeçtiği açıklaması vardı... Bu liderlik midir şimdi? Günlerdir "İnadına Taksim" diye direttikten, gerginliği arttırabildiğin kadar arttırdıktan sonra, sabahtan beri eli taşlı kalabalıklarla polisi çatıştırabildiğin kadar çatıştırdıktan sonra, yüzlerce insanın yaralanmasına, göz altına alınmasına, koca bir şehrin terörize olmasına yol açtıktan sonra, "Vazgeçtim" demek iş midir?

Her iki taraf da bu basiretsizliğin bedelini toplum nezdinde, kendi tabanı nezdinde, üyesi nezdinde ödeyecek... Ama bedel nasıl bölüştürülürse bölüştürülsün değişmeyecek şeyler var ki bunların başında, 1 Mayıs'ın artık "kaybedilmiş bir bayram" oluşu geliyor. Evet, dünyada nasıldır, nasıl kutlanır ayrı mesele, ama bizim burda artık 1 Mayıs'ların bayram olarak kutlanılma ihtimali neredeyse yok oldu.

1 Mayıs günü zihinlere eli sopalı, cepleri taş dolu küçük grupların bir günlüğüne şehri esir aldığı belalı bir gün olarak kazındı artık. Tabii bir başka gerçek de bir kez daha serildi gözlerimizin önüne: Sendika denen örgütlerin temsil iddiasında oldukları kitleden hem madden hem de manen tamamen kopuk oldukları; onların ne çıkarlarını, ne özlemlerini ne de hayallerini hiçbir şekilde temsil etmedikleri gerçeği... İnternetteki 1 Mayıs haberlerinin altında yer alan okur yorumlarında bir işçi bu şöyle yazmıştı: "Yav, anlamadığım ben de işçiyim, bunlar mesai saatleri içerisinde nasıl eylem yapıyorlar, acep 1 Mayıs tatil de bizim mi haberimiz yok"


1 Mayıs 2008 Perşembe

Özeleştiri Tesbiti 2 : İşimize gelen bir İslâm türetme deliliğini ve beyinsizliğini bırakalım ...

Müslümanlık sadece namaz ve oruçtan ibaret değildir.

MÜSLÜMAN ve PARA

SAKIN bir kimsenin "sadece" namazına ve orucuna bakarak onun hakkında kıymet hükmü vermeyin. Onun iyi, sağlam, güçlü, güvenilir bir Müslüman olup olmadığını anlamak istiyorsanız, mutlaka ve mutlaka para ve menfaat ile alakalı muamelelerine ve "mâlî" ahlâkına bakınız. Müslüman elbette namaz kılar ve oruç tutar, lakin bunlar onun gerçek ve üstün Müslüman olup olmadığını anlamaya ve bilmeye yetmez. İlle de para, ille de dolar ve euro, ille de menfaat imtihanına ve araştırmasına tâbi tutacaksınız.

Borç aldı, (ödeyecek imkanı olduğu halde) ödemiyor. O kötü bir Müslümandır.

Para ve menfaat onun için din iman haline gelmiştir. Sakın o fâsık ve fâcirin namazı ve orucu seni aldatmasın. Sonra çok zarar ve ziyana uğrarsın.

İyi, ahlâklı, faziletli Müslüman senet verirse günü geldiğinde öder. Çek imzalarsa, o çek karşılıksız çıkmaz. Bırakın senedi sepeti, Müslümanın sözü yazılı senetlerden ve evraktan daha üstündür. O, söz verdi mi, sözünü yerine getirir.

Müslüman kesinlikle haram yemez. Bütün haram kazançlar domuz eti, lâşe gibidir. Hiç Müslüman bunları yer mi?

Dinimiz "Zaruretler mahzurlu/haram şeyleri mübah kılar" kaidesini koymuştur. Açlıktan ölmek durumuna gelmiş bir kimse, yiyecek başka bir şey yoksa, ölmeyecek kadar domuz eti yiyebilir, susuzluktan telef olmayacak miktarda şarap içebilir... Zaruret halinde bile "ölmeyecek kadar" şartı ve sınırı vardır. Peki, hiçbir ihtiyaçları olmadığı halde haram yiyenlere ne demeli...

Bir kimse ile dost mu olmak istiyorsunuz. Ona borç verin. Vadesinde parayı geri getirirse onunla dost olabilirsiniz. Getirmezse, kaçın bucak bucak ondan.

Bir adamın ne mal olduğunu anlamak mı istiyorsunuz? Onunla küçük bir ticaret, özel bir ortaklık yapın. Kısa zamanda içyüzü anlaşılır.

Birine bir emanet verin, bir müddet sonra iadesini isteyin. Bakalım ne olacak? İade ederse ne âlâ, etmezse o bir münafık ve fasıktır.

Müslüman elbette ticaret, sanayi, ziraat, hayvancılık, esnaflık, zanaatkârlık, hizmet yapar. Ama nasıl yapar? Müslümanca yapar.

Devletin ve belediyelerin bütçelerini hortumlayanlar iyi Müslüman değildir.

Haram yiyenler iyi Müslüman değildir.

Saçı bitmedik yetimlerin, fakir halkın hakkını yiyenler âsi, fâsık, fâcir, günahkâr, şaqi, şerir ve rezil kimselerdir.

Dünyayı çok sevenlerde hayır ve yümn (Başucunuzda mufassal bir Türkçe lügat bulunsun...) yoktur. Ed-dünya cifetün ve tâlibüha kilabun... Dünya bir laşedir, taliplileri köpektir.

Müslüman niçin zengin olur? Daha fazla hayır hasenat, daha fazla mâlî ibadet, daha fazla sevap kazanmak için... Nemrud ve Firavun gibi dünya saltanatı sürmek için değil.

Namuslu, şerefli, ahlâklı, faziletli, karakterli Müslüman ihalelere fesat karıştırmaz.

Rüşvet almaz.

Komisyon almaz.

Şaibeli, kara, kirli, necis servetler edinmez.

Benim yaşım ilerledi, çok şeyler gördüm. 1950'lerin başları... Dinî bayramlardan biri yaklaşıyor. Sultanhamamında kumaş ticareti yapan Hacı Beylerden biri, soruyor: "İmam-Hatip mektebinde kaç öğrenci var?.." Binden fazla diyorlar. Hacı Bey: "Hiç gecikmeden orada okuyan her çocuğa en iyi kumaştan ısmarlama birer kat elbise diktirelim..." diyor ve bu sözünü yerine getiriyor.

Müslüman zengin böyle olmalı.

Dünyanın 100 büyük Firması listesinde yer alan İKEA'nın sahibi, dolar milyarderi İsveçli zengin 13 yaşındaki eski bir Volvo ile geziyormuş. Bu adam gerçekten zenginmiş. Serveti onu kudurtmamış, çıldırtmamış, azdırmamış.

Zengin Müslüman bir emanetçi olduğunu bilir ve serveti ile fahr etmez, gururlanıp kibirlenmez.

Müslüman zenginlerin işleri dünyada da zor, ahirette de zor. Ahirette hesap kitap var. Dünyada ise, başlarına tebelleş olup onlardan para sızdırmaya çalışan şahıslar, cemaatler...

Zenginlerin servetlerinin zekatında fakirlerin, miskinlerin, muhtaçların hakları var. Bu zekatlar doğru dürüst, yerli yerinde dağıtılsa ülkemizde bir tek sefil vatandaş kalmaz. Ne yazık ki, birtakım cemaatler zekatlara bile göz dikmişlerdir. Neymiş efendim, hazret-i Hazret böyle istiyormuş. Yahu bu Hazret mutlak müctehid midir, din imamı mıdır? Hangi hakla ve selahiyetle zekatlara göz dikiyor?

Bendeniz bir zengine gitsem (gitmem ya) çok hayırlı bir iş veya mutlaka yardım edilmesi gereken bir öğrenci için birkaç bin lira istesem; bu küçük meblağın bir kuruşunun bile zimmetime geçmeyeceğine dair garanti versem, bu isteğim gerçekleşmez. Son yedi- sekiz sene içinde Kosovalı bir genç İmam-Hatip mektebinde, sonra İlahiyat Fakültesinde okudu. Kosova'daki ailesi fakir, burada bir kuruşluk geliri yok. İnanıyor musunuz bu muhtaç gence bir tek burs bulamadım. Sağdan soldan zekat ve yardım toplayıp zaman zaman eline bir miktar para verebildim.

Türkiye'de İslâmî kesimde para kazanmanın yolları yok değil. Mesela bendeniz şöyle bir kitap yazıp yayınlasam: "Efendim ben şimdiye kadar Hazretlerin Hazreti Filan kişi hakkında birtakım tenkitler yapıyordum. Meğerse onu tenkit etmekle çok büyük ve affedilmez bir hata ve günah işliyormuşum. Şimdi bunun farkına vardım, Tevbe ediyorum. Hazretlerin Hazreti çok büyüktür. O hiç yanlış yapmaz. Herkes onu desteklemekle, ona para vermekle mükelleftir. O ne söylerse doğrudur, ne yaparsa isabetlidir. O masumdur..."

Kitap kısa zamanda birkaç yüz bin nüsha satar, imza günleri tertiplenir. Taraftarlar kuyruğa girerler. Eskiden, tenkit ve uyanlarım yüzünden bana düşman olanlar ellerimi öperler.

Ölürüm de böyle yapmam. Dünyalık elde etmek için kalemimi ve vicdanımı kiralayıp satmam.

Benim çocukluğumda ve gençliğimde bugün olduğu gibi anormal ve akıl almaz bir zenginlik yoktu. Ahir zaman alameti kısa bir müddet içinde dehşetli bir zenginlik oldu.

Müslümanlar bu zenginlik imtihanını kazanabildiler mi?

Şeytanın tuzaklarına düştüler.

Saray yavrusu müzeyyen meskenler.

Lüks mü lüks yazlıklar.

Lüks ve gösterişli dabbeler/binitler.

Lüks giyim kuşam, lüks yeme içme, lüks dekorasyon... Herifler börek ve tatlı alırken bile lüksünü alıyor.

Servetli kişilerin cep telefonları ne kadar lüks...

Kanaatli, iktisatlı, zahidane bir hayat onları utandırıyor.

Serveti olup da yirmi bin liralık bir otoya binen gördünüz mü? Peki, İsveç'in dolar milyarderi mobilya kralı (İstanbul'da da satış yeri var) niçin 13 yıllık eski bir Volvo ile geziyor?

Hindistan'ın Sih dinine mensup sarıklı, sakallı bir başbakanı var. İktidara geçer geçmez, lüks ve zırhlı makam otomobillerini bir kenara koydu ve kendi ülkesinde üretilmiş eksi Moris otomobilleriyle gezmeye başladı. O mu akıllı ve faziletli, bizim lüks ve gösteriş hastaları mı?

Evet, Müslümanlık sadece namaz ve oruçtan ibaret değildir. Namaz ve orucun yanında yüksek ahlâk, yüksek karakter, fazilet ve hikmet de olacaktır.

Sonradan görmeler, ne oldum delileri, türediler İslâm'ı temsil edemez.

Haram yakar.

Kibir ve gurur yakar.

Büyüklük Allah'a mahsustur. Kendilerini dev aynasında görenler büyük değil, küçüktür.

İşimize gelen bir İslâm türetme deliliğini ve beyinsizliğini bırakalım da gerçek İslâm neyse onu öğrenelim, onu yaşayalım, onun hükümlerine uyalım.Ashabın büyüklerinden, Peygamberimize hizmet etmiş Enes radiyallahu anh âhir ömründe Şam'da yaşarken söyle dermiş: İslâm'dan bir namaz kaldı. O da ism ve resm olarak...

Alıntı : Mehmet Şevket Eygi


En Çok Okunanlar...

BEĞENDİĞİM VİDEO 'lar... (Bazıları YalamaTube açıkken çalışıyor.)

BELGESEL 'ler...

*** TürkBirDev :




Daha geniş bilgi için : www.turkbirdev.org

********************

*** Steve Jobs Hayat Hikayesi (Macintosh ve Apple MiMARI)



********************

*** Almanya Gerçeği - Banu AVAR



*** Viyana'da Türk korkusu ve Patriğin ödülü. -BANU AVAR



*** İsveç 'in Nobeli (Nobel Ödülleri nedir.Birde bu açıdan bakın.) - BANU AVAR




********************

GARİP Neşet Ertaş Belgeseli -1 (Can Dündar 'ın hazırladığı belgesel sanırım 10 parça olarak YouTube 'da. Ben 1. yi koydum diğerlerini YouTube 'dan izleyebilirsiniz.)


********************

LOOSE CHANGE 11 Eylül Saldırılarına Farklı bir açıdan bakan çok ilginç bir belgesel.


*********************
MEVLANA
Mercan Dede - Ney ve Semazen Gösterisi Unıversiade 2005 - (Muhteşem Bir Gösteri)

***********************
Bir başkadır Türküler... (Görüntülü)

Ali Ekber Çiçek - Ağlama Gözlerin


*************************

Ali Ekber Çiçek - Haydar Haydar


***********************

Diğer Bloglarım...

Mizah: Özenle seçtiğim Fıkra, Karikatür ve komikler.
Karma: Karışık olanlar burada.
Faydalı Bilgiler : Benim faydalandığım her türlü bilgi.
Otomotiv : Otomotiv dünyasından seçtiklerim.
Fotograf : Ustalardan,İnternet 'ten ve Çektiklerimden...
Tarih: Sıkıcı olmayan, İlginç tarihi bilgiler...
YeniAnayasa: Yeni Anayasa tartışmaları burada.
Videolar : Komik , İlginç ve Değişik videolar...

Ziyaretçilerim...

Savaş Daima Acıdır... Ya Açlık...!!!

Savaş Daima Acıdır... Ya Açlık...!!!
Savaş'ın kötülüğünü ve Açlığı İki karede anlatmak...(Üst Foto : Kevin Carter_Sudan Alt Foto : Yıl 2003 Irak)

ads2

İnternet 'ten Siteler...

Bir zamanlar Sokağa Çıkma Yasağıyla Pazar Gününü Eve Hapsolarak öğrendiğimiz Nüfus bilgilerimiz şimdi bir tık ötede... Türkiye 'nin İllerinden Köylerine kadar Nüfusunu ayrıntılarıyla öğrenebileceğimiz bir site...
http://www.tuik.gov.tr/....
********************
KAN İhtiyacları konusunda yardımcı olmak için kurulmuş bir site... (Tabii üye olup yardımcı olursak.)
http://www.acilkanlazim.com/Default.aspx
********************
Pul Kolleksiyonu Meraklılarına.
http://www.turkpullari.com/
********************
Türk El Sanatları ile ilgili bir site.
http://www.turkelsanati.com/
********************
Eşref Armağan : Gözleri göremeyen bir insanın neler çizdiğine bir bakar mısınız.
http://www.armagan.com/
********************
Alternatif Medya 1 : MiniDEV
http://www.minidev.com/
********************
On-Line Dünya Atlası
http://plasma.nationalgeographic.com/....
********************
www.360tr.com (Panoramik Görüntüler)
http://www.360tr.com/
********************
Siyasal Ufuk Hareketi
http://www.suhareketi.org/
********************
Genç Siviller Hareketi
http://www.gencsiviller.net/
********************
YouTube Yasaklı iken girmek için :
http://www.ktunnel.com/
tıklayın ve önünüze gelen (url) boşluğuna
http://www.YouTube.com
yazın
ve begin browsing butonuna basın

Yasaklı Sitelere Girmek İçin

KULLANILABİLECEK BAŞKA BİR ADRES

Yetti.be | Özgür İnternet!

********************

Yaza Antremanlı girin...
http://majman.net/fly_loader.html

********************


Destekliyorum...

Pardus... Özgürlük İçin... Özgürlük için Pardus...