Ahmet Altan’dan sufi meşrep bir yazı :
Ahmet Altan, kimi zaman yazdığı yazılarla dindarların gönlünde yer etti. “Sınırda” başlığını taşıyan bu yazısı, kimilerini belki kızdıracak ama sufi meşrep ancak böyle güzel anlatılabilir.
Sınırda
İbadetine düşkün ulu bir kişi, kalabalıkların arasında Allah’a ulaşmakta, gerektiğince ibadet etmekte, bütün ruhunu, bütün varlığını Allah’a adamakta zorluk çektiğine karar vererek çöle çekilmiş.
Günler, haftalar, aylar, yıllar boyu bir yudum su, bir tane hurma ile beslenip bütün vaktini ibadetle geçirmiş.
Rüzgarın sesini, kumun kımıltısını, vahadaki ağacın büyümesini dinleyip kurtla kuşla konuşmayı öğrenmiş.
Tanrının yarattıklarıyla bütünleşmiş.
Bu dünyayı ve öte dünyayı düşünmüş.
Bilgeleşmiş.
Hırstan, ihtirastan, zaaflardan arınmış.
Ondan feyz almak için ziyaretçiler gelmeye başlamış.
Bildiklerini onlara da anlatmış.
Zamanla ünü yayılmış.
Gelenleri, sevenleri artmış.
Bir ramazan günü onu başkente davet etmişler.
Bir eşeğin sırtında şehre gelmiş.
Kalabalıklar karşılamış onu.
Saygıda hiç kusur etmemişler.
Elini, eteğini öpmüşler.
Ağırlamışlar.
Ertesi gün, çöle dönmek için şehirden çıkmaya hazırlanırken bütün ahalinin onu uğurlamak için şehrin kapısına toplandığını görmüş.
Çiçekler atıyorlar, ona dokunabilmek, elini öpebilmek için birbirlerini çiğniyorlarmış.
Ulu ihtiyar elini heybesine sokmuş, bir dilim ekmek çıkarmış.
O ramazan günü herkesin gözü önünde ekmeği ısırmış.
Derin bir sessizlik olmuş.
Sonra “defol ihtiyar zındık, oruç yiyor bu sahtekar” diye bağırarak onu yuhalamaya koyulmuşlar.
Taşa tutmuşlar.
Kalabalık dağılmış.
O, tek başına çölün yolunu tutmuş.
Bir adam takılmış peşine.
Demiş ki, “Ben seni tanıyorum ihtiyar, seni biliyorum, sen Allah korkusu olan birisin, neden oruç yedin herkesin gözü önünde?”
İhtiyar cevap vermemiş.
Ama adam peşini bırakmıyor, sorduğu sorunun cevabını öğrenmek istiyormuş.
Sonunda ihtiyar dayanamayıp anlatmış:
- Öylesine bir sevgiyle ve saygıyla uğurluyorlardı ki beni bir an onlara kapılıp kendimi önemsediğimi hissettim… Biraz daha devam etselerdi böbürlenecek, kendimi onlardan üstün görecek ve orada kalmak isteyecektim… Ekmeği ısırdım ki beni taşa tutsunlar, ben de bu boş böbürlenmekten, bu yersiz gururdan ve kibirden kurtulayım… Şimdi artık yeniden kim olduğumu, aciz, sıradan bir kuldan başka bir şey olmadığımı biliyorum… Çöle dönebilirim.
Bu, Müslüman geleneğin içinden süzülmüş eski bir mesel.
Müslümanlığın incelmiş yüzünü, şekilciliğe teslim olmayan derinliğini anlatıyor.
Biz ise kaba dindarlığın revaçta olduğu günlerde yaşıyoruz.
Tevazudan uzak bir kibir birçok dindarı esir almış gibi görünüyor.
Geçen gün aralarında Mehmet Altan’ın, Ferai Tınç’ın, Oral Çalışlar’ın, Mete Çubukçu’nun da bulunduğu bir grup, Suriye’de mülteci kamplarını ziyaretten dönüyordu.
İftar vaktine yakın Suriye sınırına geldiler.
Antep’ten binecekleri uçağı kaçırmamak için acele ediyorlardı.
Tam iftar saatinde sınırın Suriye tarafından geçtiler.
Oradaki görevliler bir yudum suyla oruçlarını açıp işlerine devam ediyorlardı.
Ama sınırın Türkiye tarafında kimse yoktu.
Görevliler, sınırı bırakıp iftara gitmişlerdi.
Bizim sınır kapısının önünde kuyruklar uzuyordu.
Gazeteci grubun, “görevlilerin bulunması için” ısrar etmeleri üzerine biri gidip durumu görevlilere haber verdi.
Bir görevli söylenerek geldi.
“İnsan iftar vakti orucunu açarken rahatsız edilir mi” diyordu.
Hem görev yerini bırakmıştı, hem de dindarlığını herkesin gözüne sokuyordu.
Dini, dindarlığı insanlara öğretmek benim gibi bir inançsıza düşmez ama…
Ben dinsizsem de dinden uzak değilim.
Müslümanlık hakkında bir fikrim var.
Benim bildiğim dinimizin en temel öğütlerinden biri “güzel ahlak”tır.
İnsanın görevinin savsaklamasının, başkalarının hayatını zorlaştırmasının “güzel ahlakla” bir alakası var mı?
Orucunu tutan kendi için tutar, hatta tanıdığım iyi Müslümanlardan gördüğüm kadarıyla mümkün olduğunca “niyetli” olduğunu söylemekten kaçınır, bunu duyurmanın bir kibir, bir gösteriş olmasından korkar.
Bir müminin tevazuu da bunu gerektirir.
Bu bizim sınır görevlilerinin gösterişçiliği, oruçlu olduğunu dünya aleme ilan etmekteki görgüsüz çabası ne peki?
Ne zamandan beri bir Müslüman ibadet için “işini” ihmal ediyor?
“Çalışmanın” ibadetin parçası olduğunu anlatan dinimize ne oldu?
Müslümanlık, işten kaytarmanın, tembelliğin, işini kötü yapmanın mazereti olabilir mi?
Aynı olayı, geçen gün Hürriyet’in manşetinde de gördük.
Başbakanlığın önündeki görevliler işlerini bırakıp iftara gitmişlerdi.
Bunlara baktığınızda, neredeyse Müslümanlıkla aldırmazlığın aynı anlama geldiğine inanacağız.
Dünyanın her yanında sosyolojik tezlere temel olan bir “Protestan ahlakı” var da bir Müslüman ahlakı yok mu Allah aşkınıza?
Bu nasıl kaba bir dindarlık?
Bu nasıl bir gösterişçilik?
Biz dinimize yabancı bırakıldık diye düşünüyorum bazen.
Müslümanlığın sadece şeklini öğrenip özüne boş verdik.
“Güzel ahlakı”, “çalışmanın ibadet olduğunu”, “bir insanı öldürenin bütün insanlığı öldürdüğünü” unuttuk.
Müslüman ahlakından uzak Müslümanlar çıktı ortaya.
Cinayetleri alkışlayan Müslümanları bile görüyoruz.
Her dinin bir özü, bir felsefesi vardır.
Bizim dinimizin özünü, felsefesini bulabileceğimiz tasavvuf pek anlatılmıyor insanlarımıza.
Ya dinden korkuyoruz ve onu irticayla bir tutuyoruz ya da dindarlığı kaba bir gösterişçiliğe, bir böbürlenmeye çeviriyoruz.
Bizim dindarlığımız, bunun ikisi de değildir.
Allah’a kavuşmak için “cennetten bile vazgeçen” bir dindarlığın, “bana seni gerek, seni” diyen mutasavvıf ozanların toprağı burası…
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil”
Yunus Emre’nin yedi yüz yıl önce yazdığı bu şiirden bugünlere mi geldik?
Bir “gönül yıkmanın kıldığın namazı sakatladığını” söyleyen Müslümanlıktan, “iftar” için insanları bekletip gönül yıkan gösterişçi Müslümanlara…
Nasıl acıklı bir yolculuk bu?
Ne oldu o Müslümanlara, nereye gitti onlar?
“İşini doğru yapmayı,” “gönül kazanmayı” ibadet sayan bir dindarlıktan buralara mı geldik?
Böbürlenmekten korktuğu için ramazanda oruç yiyip taşlanan bir pir beklemiyoruz elbet ama kalabalıkların alkışını almak için orucunu bu kadar gürültülü tutan Müslümanlıktan da biraz utanıyoruz doğrusu.
Ben, ahlaklı ve dürüst olabilmek için dinini, kültürünün bir parçası yapmış bir toplum olmamız gerektiğine inananlardanım.
Dininden korkmayan, diniyle barışık, dinini bilen bir toplum olmamızı arzularım.
Gerçek dindarlığın, gerçek bir tanrı sevgisinin insanı incelttiğini, zarafetini arttırdığını, onu hoşgörülü ve mütevazı kıldığını düşünürüm.
“Sen cennetini isteyene ver” diyecek bir cesaret kazandırdığına iman ederim.
Gerçek dindarlık o Çin meselinde olduğu gibidir benim için:
Bir adam okçu olmak istiyormuş… Bir okçu ustasının yanına çırak olmuş.
Beş yıl geçirmiş orada.
Bir gün ustası demiş ki “Benden öğreneceğini öğrendin, benim bildiğim bu kadar, var git artık sen de usta bir okçusun.”
“Yok” demiş adam, “ben daha fazlasını öğrenmek isterim.”
“Öyleyse falan yerde bir usta var, onun yanına git.”
Adam beş yıl da o ustanın yanında kalmış.
Sonunda o da “Bütün bildiklerimi öğrettim sana” demiş.
Adam “Bu bana yetmez” demiş.
Oradan başka bir ustanın yanına gitmiş… Oradan başka bir ustanın yanına daha…
Sonunda ülkedeki bütün ustalar ona “sen oldun” demişler, “her şeyi öğrendin.”
“Yok” demiş adam, “bu yetmez bana.”
“Peki öyleyse” demişler, “bir dağın başında yalnız yaşayan bir usta var, herkesten çoğunu o bilir, onun yanına git.”
Adam yollara düşmüş, günlerce aramış, yaylalardan, ovalardan geçmiş, sonunda bir dağın başında ihtiyar okçuyu bulmuş.
Usta, bir taşın üstünde oturuyormuş.
“Bana okçuluğu öğret” demiş adam ustaya.
Usta adama bakmış.
Sonra boş ellerini havaya kaldırmış, ok atar gibi yapmış…
Ve vurulmuş bir kuş düşmüş.
İşte ben, gerçek dindarlığın, en büyük ustalık gibi, ok ve yaya ihtiyaç duymadan kuşu vurabilmek olduğuna inanırım.
Bilenler benden daha iyi bilir elbet ama sanırım tasavvuf da bunu anlatır.
Gerçek inanç, hiçbir gösteriye ihtiyaç duymadan, hiçbir şekle sığınmadan Allah’a ulaşır.
Bir çölün ortasında durur, çıplak ellerini açar ve bütün inancınla bakarsan “sevdiğine” kavuşursun.
İnanmak, kabalıktan korur insanı…
Korumalıdır da.
“Yol odur ki doğru vara
Göz odur ki Hakk’ı göre
Er odur alçakta dura
Yüceden bakan göz değil”
Biraz “alçakta durun”, “yüceden bakmayın,” dini kibre, gösterişe alet etmeyin.
Müslümanlık adına insanları dinden kuşkuya düşürmeyin.
Ve, bir inançsız kulda dini anlatma ihtiyacı uyandırıyorsanız dönüp de ne yaptığınıza bir bakın.
(Ahmet Altan 'dan Alıntıdır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder