Affınıza sığınarak ve büyük bir üzüntü duyduğumu itiraf ederek iddiamı tekrarlıyorum: İnsan haklarının tam uygulandığı özgür bir ülkede Türk medyası bir hafta dayanamaz. Hodri meydan! Şu an neşredilen gazetelerimizi bire bir tercüme edelim ve yabancı bir ülkede bir hafta boyunca yayınlayalım. Tek bir harfine bile dokunmadan neşredilecek gazetelerden kaç tanesi ayakta kalabiliyorsa; işte onlar gerçekten gazetecilik yapıyor demektir.
Batı'da en ağır cezalar ayrımcılık (discrimination) ve nefret suçu (hate crime) üzerine veriliyor. Bu nedenle hiç kimse bir insanı ya da bir kitleyi dilinden, renginden, dininden, cinsiyetinden, hayat tercihinden dolayı aşağılayamıyor. Genelleme yaparak ve küçük düşürerek insanların üzerine giden medya modeli; demokrasinin uygulanmadığı, diktatörlüğün hükümferma olduğu yerlerde ancak dayatılabiliyor.
İnsan haklarının garanti altına alındığı bir ülkede iş başvurusu sırasında doldurulan belgede şirketler fotoğraf bile isteyemiyor. "N'apacaksın resmimi?" ya da "Sen benim meslekî birikim ve kariyerime bakmak zorundasın" dediğiniz an karşınızdakinin dizlerinin bağı çözülüyor. Bir insana dinini, mezhebini, etnik köklerini, cinsel tercihlerini vs. sormak bile çok ağır bir ceza davasının açılmasına sebep olabiliyor.
Bizim "ülkemizin kendine özgü uygulamaları" içinde en çok hırpalanan insan haklarıdır. Ve maalesef ayrımcılığın en hoyrat uygulamaları medya tarafından yapılmaktadır. Bu iddiayı abartılı bulanlar için küçük bir sürprizim var: Bahsi geçen yazıma itirazlar gelince her sıkıştığımda Hızır gibi yetişen asistanım Serkan'dan bu konuyu taramasını rica ettim. Bazı kritik kelimeler belirledik. Bu kelimelerin insanları incitmesi, yaralaması, damgalaması üzerinde durduk. Laik-antilaik tartışması yoğun bir şekilde gündemde tutulduğu için insanları tasnif eden; hatta karalayan ve yaftalayan şu altı kelimeyi seçtik: "Gerici, yobaz, sıkmabaş, kara çarşaflı, tarikatçı, softa." Sonra da "marjinal" sayılmayan dört gazetede (Hürriyet, Milliyet, Akşam, Vatan) çok hızlı bir metin taraması yaptık. Tabii ki akademik bir çalışma değil bu yapılan. Sadece bir fikir edinmek, manzara-yı umumiyi uzaktan da olsa görmek istedik. Elbette daha geniş kapsamlı, daha bilimsel araştırma yapmak mümkün; ancak buradaki asıl amaç kesin sonuçlara ulaşmaktan çok genel durumu üç aşağı-beş yukarı görebilmek.
Sonuç ortada! Türkiye'de belli bir saygınlık kazanmış gazetelerimizde sene başından beri 114 yazı ya da haberde 245 kez yukarıda sıraladığım kelimeler kullanılmış. Teknik anlamda kullanılmasını kastetmiyorum; incitici bir çerçevede kullanılanları kaydederek manzarayı dikkatlerinize arz ediyorum. Üstelik bu minik ve amatör çalışmanın içinde dergiler, televizyonlar, internet siteleri vs. bulunmuyor. Onları da dahil etseniz nezaketsizliğin nasıl başlı başına bir üslup haline geldiğini görecek ve üzüleceksiniz. Ülkemiz adına üzüleceksiniz, medyamız adına üzüleceksiniz. İnsanlar dönüp sorsalar: "Ne hakkınız var bizi bu kadar horlamaya"; verilecek cevap yok. Çünkü yazılıp çizilenler, konuşulup tüketilenler, insan haklarını açık ihlaldir.
Köşe yazarıyım; hakaret ederim!
Daha acı gerçeği buraya kaydetmek zorundayım: İnsanları aşağılayan ifadelerin büyük bir çoğunluğu haberlerde geçmiyor; köşe yazılarında kullanılıyor. Bunun anlamı açık: Ayrımcılık ve nefret suçunu gazetecilik mesleğine yeni başlayan ya da bu meslekte belli bir mesafe alıp yoluna devam eden kuşaklar değil; meslekte rütbe kazanmış, yaşını başını almış, tecrübesini kamuoyuyla paylaşma mevkiine gelmiş insanlar yapıyor. İnsanoğlu yaşlandıkça olgunlaşmak zorunda değil mi? Tecrübe kazanan insanların daha nazik, daha kibar, daha kuşatıcı, daha kucaklayıcı olması gerekmiyor mu?
Mesleği içeriden bilenlerin bu verilerden çıkaracağı bir başka sonuç daha var. Köşe yazarlığının tadı kaçtı bu ülkede. Bazı insanlar sosyal sorumluluğun getirdiği sağduyuyu bir kenara iterek, internetten kaç tık aldığını hesap etmeye başladı. Yazıda fikir namına, daha doğrusu tefekkür namına tık yok; ancak zehir zemberek lafların oluşturduğu yazının fanatik zümrelerin sanal aleminde bıraktığı tık var. İnternetten çok okunma şehveti, bazı insanların dilini, üslubunu, tarzını bozuyor. Sadece internet değil; "çok sert yazanı daha çok dikkate alıyorlar" gibi tuhaf, acımasız, anlamsız bir yargı oluştu. Belki birileri sert üslupla yazılan köşeleri daha çok okuyor; ancak bu tür yazıların uzun vadede bu ülkeye de, o yazara da, o gazeteye de faydası olmadığı aşikar.
Yine meslek içi insanların daha net görebileceği bir tespit daha yapmak gerekiyor: Gazetedeki ateşten gömleği giyen genel yayın yönetmenleri haberdeki objektifliği koruyabildikleri kadar; yorumdaki hak ihlallerini engelleyemiyor. Bunun tartışılması lazım; ancak yayın yöneticileri "sansürcü" yaftası yemekten korktukları için, köşe yazılarında yer alan hakaretamiz laflara müdahale edemiyor. Oysa dünyanın her yerinde habercilikte belli standartlar olduğu gibi, yorumculukta da belli standartlar vardır ve olmak zorundadır. Gazetede köşe yazan bir insan, kendinde sistemli bir şekilde hakaret etme gücü bulamaz; buluyorsa bu durum genel yayın yönetmenlerinin aczine hamledilir. Biliyorum; bu sözlerimi "Sansür mü istiyorsun?" diye tersyüz etmek isteyenler çıkacaktır. Üstelik bunların bir kısmı kendine gazetecilik jargonu seçerek özgür gazetecilik istiyormuş gibi bir hava da verecektir. Maksadım sansür yapılması değil elbette. Ancak köşe yazarlarının elindeki kalemleri insanların kalplerine saplamasına, kişi, kurum ve kuruluşları pervasızca aşağılamasına, insan onur ve hakkını hiçe saymasına, toplumsal barışı yerle bir etmesine mani olmak gerekmektedir.
Küçük araştırmamızın yazarlara bakan kısmını buraya taşıyabilirim; ancak bunu yapmayı gerekli görmüyorum. Zaten insanları incitmeyi maharet sayanların çoğunu tahmin edebilirsiniz. Maalesef bu ülkede gazetecilik kariyerini, yaptığı hakaretlere borçlu insanlar bulunmaktadır. Bu böyle devam edemez. Bu ülkenin insanı "Dünyadaki standart neyse ben de ona talibim" diyor çoktan. Herkes kendini evrensel meslek çerçevesine göre yeniden hesaba çekmeli. Gelecekte gerekli hukukî düzenlemeler yapılmasa bile, hakkını aramasını bilen sivil toplum, ayrımcılığın her türlüsüne vicdanî bir başkaldırı metodu bulacaktır. Vicdanların reddettiğini hiçbir güç kabul ettiremez...
Bugünkü popüler yayıncılık mantığıyla Türkiye dışında (Batı'da) gazetelerimizin yayıncılık yapmalarının zor olduğunu iddia ediyorum. Üzülerek söylenen sözler bunlar. Sadece eleştiri olsun diye değil, "kendimizi düzeltelim, çıtayı yükseltelim" niyetiyle ve dostça yapılan tenkitler bunlar.
Örnek olarak Hürriyet'i verebilirim. 60. yılını kutluyor Hürriyet. Tebrik ediyor, başarılar diliyorum. Ancak dostça söylemek zorundayım ki; Hürriyet kitle gazetesi olmaktan hızla uzaklaşıyor, çatışmanın parçası haline geliyor. Kitle gazetesinin asabı bozulmaz, dili, üslubu bozulmaz; soğukkanlı kalmak, marjinal noktalardan uzak durmak zorundadır. Gazetenin bir internet sayfası var; tam bir facia... O yüzden internet sayfasındaki "çarpıtıcı" haberler çoğu kez gazetede yer alamıyor. Her neyse... Kendi bilecekleri bir konu; yalnız yurtdışında yaşadıkları sorun yukarıdaki tezimle bağlantılı. Türkiye için çok önemli bir marka haline gelmiş Hürriyet'e Almanya'da çok ağır eleştiriler yöneltiliyor. Sebebi bizim kamuoyu için sıradan sayılabilir. Bir süre önce Almanya'da çıkan yangınlar hepimizin yüreğini dağladı. Hürriyet'in Avrupa baskılarında kullanılan "Nazi" benzetmesi Almanya'da hâlâ yankılanıyor. Oysa bu tip başlıklar Türkiye'de adiyattan sayılır. Die Zeit gibi, Der Spiegel gibi yayınlar Hürriyet'i isim vererek eleştirdi. Hatta Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang da Hürriyet'in yayınlarını isim vererek tenkit etti. Halbuki Hürriyet'in Almanya'yla arası -bildiğim kadarıyla- iyidir. En azından Bild'le arasındaki iyi ilişkiler herkesin malumu. Yine de Almanya'da bir kızgınlığa neden oldular; hatta şu sıralar Frankfurter Allgemeine Zeitung, oradaki genç bir Hürriyet yazarını ağır bir dille "kopyacılık" yapmakla suçluyor.
Yanlış anlaşılmasın; Hürriyet'in yurtdışında sıkıntı yaşaması hiç kimseyi sevindirmeyeceği gibi beni de sevindirmez. Üstelik yangın meselesinde duygusal yayınlar yapmasını da bu ülkenin bir vatandaşı olarak anlayabiliyorum. Ancak demem o ki "duygusal yayınlar"da bile nefret suçu sayılabilecek üslup kullanmamak gerekir. Buna Türkiye'de kimse bir şey demiyor olabilir; ama dünyada bu kadar hırpalayıcı yayın yapmak mümkün değil. Keşke Türkiye'deki bütün gazeteler bu global gerçeği görse ve dünya standartlarında bir yayıncılık bilinci oluşturabilse.
Benzer hadiseyi Vakit Gazetesi de yaşadı. Almanya'da yayınlara devam edemedi gazete. Çünkü Türkiye'de yazılan yazıların, yapılan yorumların çoğu, Türkiye dışında ağır ceza gerektirebilecek bir suç olarak değerlendiriliyor. Hoşumuza gider ya da gitmez; durum bu. Tabii ki onun da kapatılmasını istemem; ancak manzarayı doğru okumak gerekiyor. Değil Almanya; Avrupa ve Amerika'da yayın yapmak isteyen Türk gazetelerinin büyük bir çoğunluğu bire bir tercüme edildiğinde kapatılmakla, cezayla veya ağır eleştirilerle karşı karşıya gelir... O yüzden Türk medyası evrensel bir dil yakalamak zorundadır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder